Araştırma Görevlilerinin İşgüvencesi

MİNE ANĞ KÜÇÜKER 14.06.20009 Radikal İki

Geleneksel üniversite anlayışında araştırma görevlisi, gelecekte biriminin öğretim üyesi adayıdır. Araştırmacı olmayı, o alanın inceliklerini öğrenir ve öğretici olarak yetiştirilir. Tüm bu süreci, hocasıyla usta-çırak ilişkisi içinde yaşar.
YÖK tarafından yürürlüğe konan yönetmeliğin Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği kararla yürütmesinin durdurulmasıyla araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu, şimdilik, çözüldü. Ancak, 2547 sayılı yasada araştırma görevlisi tanımına dikkat edildiğinde, “iş güvencesi” sorununun nihai bir çözüme ulaşmadığı görülür. Oysa, üniversitede kadroların geçicileştirilmesi sorunu iki temel nedenle üniversitelerin varoluş sorunudur.

1. Özerk akademisyenler ve özerk üniversite (iş güvencesi özerkliğin gerekli fakat yeterli olmayan önemli bir koşuludur): Konumları geçicileştirilen ve asgari yaşam koşullarını bile sağlayamayacak kadar düşük ücretlerle çalışan akademisyenler, bilimsel çalışmanın gerektirdiği fiziksel ve ruhsal hiçbir önkoşulun varolmadığı bir ortamda motivasyonlarını, şevklerini, neşelerini, umutlarını yitirirler. Bu neşesiz, kaygılı ortam artık akademik çalışmalar için tümüyle elverişsizdir. Böylesi bir ortamda bireysel çözümler aranır. Yaşamı sürdürmenin, hatta akademik çalışmalar yapabilmenin yolu değişik finans kaynaklarına bağımlılaşmaktır. Fırsat eşitlikleri, liyakat önemini yitirir, etik değerler yiter, önce bireysel, sonra da kurumsal özerklik yokolur. Bu üniversite hâlâ “üniversite” midir sorusunun yanıtını aramalıyız.

2. Birikim: Üniversite bilginin ve bilimsel geleneklerin biriktiği kurumdur. Geçici kadrolarla bu birikim imkansız hale gelir. Bu birikimi sağlayamayan bir kurum hâlâ üniversite midir sorusuna da yanıt bulmalıyız.
Kadroların geçicileştirilmesi, atamaların merkezileştirilmesi, giderek bozulan yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmemesi, üniversitenin kendi finans kaynaklarını yaratmasının beklenmesi gibi bir dizi olgu siyasal-sosyal-ekonomik değişimin sonuçlarıdır. Daima içinde bulunduğu toplumun emek-sermaye ilişkilerinin biçimi tarafından şekillendirilmiş olan üniversite bugün Türkiye’de de yeniden şekillendiriliyor. Öğretim ve araştırmanın bir bütün olduğu ve toplumsal sorumluluğunun farkında olan geleneksel üniversite, asal görevi hizmet üretmek olan ve piyasa koşullarının belirlediği bir kuruluşa dönüştürülüyor.

İşin ruhuna aykırı
Araştırma görevlileri için “geçicilik” sorununun kaynağının, araştırma görevlilerini üniversitenin temel unsurlarından saymayıp, belirli süreler için görevlendirilen ve uzmanlar, çeviriciler ve eğitim-öğretim planlamacılarıyla birlikte öğretim yardımcıları olarak tasnif eden ve “yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan (teknisyen mi, laborant mı?) ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcıları” olarak tanımlayan yasa olduğu açıktır. Bu tanım, araştırma görevlisini o bilimi öğrenen, o bilim alanının hocalarınca geleceğin hocası olmaya hazırlanan bir genç akademisyen olarak görmüyor. Oysa geleneksel üniversite anlayışında araştırma görevlisi o birimin gelecekteki öğretim üyesi adayıdır. Araştırmacı olmayı, o alanın inceliklerini öğrenir ve öğretici olarak yetiştirilir. Tüm bu süreci, hocasıyla usta-çırak ilişkisi içinde yaşar, bu süreç öğreten için de öğrenen için de bilimi paylaşma, birlikte öğrenme ve üretme süreci olarak çok özeldir. Bu süreç üniversitelerde birikimin ana damarlarından biridir. YÖK’le birlikte bu süreç tümüyle şekil değiştirdi. Görüldüğü gibi araştırma görevlisinin o birimin geleceğe ilişkin planlamalarında yeri yoktur. ‘Biri gider biri gelir’ olmuştur. Bu “geliş”ler üstelik, tamamen akademik birimin ve hocanın inisiyatifi dışında gelişir. Böylesi bir atama usulunde ne işe yaradığı tam bilinmeyen ALES puanı, yabancı dil puanı ve, doktoralı bile olsa, lisans ortalaması ile çok düşük oranda hesaba katılan “sözlü” bir giriş sınavı puanı belirli oranlarda değerlendirilir. Bu atama usulü merkezidir, gerçek bilimsel kriterlerden yoksundur ve en önemlisi ilgili bilim dallarının, ilgili hocaların değerlendirme sürecinde yok sayılmasıyla “akademia”nın ruhuna, varoluş biçimine tümüyle aykırıdır. Bu sistem üniversitenin araştırmacı, öğretim üyesi seçme, yetiştirme özerkliğini ortadan kaldırmakta, öğretim elemanlarının kurumla ve birbirleriyle bağlarını, karşılıklı aidiyet duygularını zayıflatmaktadır. Bu bağlamda bilginin birikmesinin, geleneklerin oluşturulmasının önünde büyük engeldir. Bu ortamda bu usullerle doktora yapmanın/yaptırmanın anlamı da yitiyor. Doktoralar hocanın, kurumun ve YÖK’ün yıllık akademik faaliyet raporlarında birer rakama indirgeniyor. İş güvencesi olmayan, açlık sınırında ücretler alan araştırma görevlileri, yaşamlarını nasıl sürdüreceklerine, edindikleri deneyimleri ve bilgileri nerede nasıl kullanabileceklerine (özellikle fen dallarında) ilişkin belirsizliklerin yol açtığı derin kaygılar içinde. Bu gelecek korkusudur, yıpratıcıdır, bir toplumun gençliğini ve dolayısıyla geleceğini yitirmesidir. Özenle ve kısıtlı olanaklarla doktora yaptıran hocalar da bir yandan kendi hayatlarını her gün daha zorlaştıran koşulların altında ezilirken bir yandan da daha yaşamlarının çok başındaki öğrencilerinin geleceği için derin keder duyarlar, bu koşulları değiştirmek için, kimi zaman umutsuzca mücadele ederler. Rakamlar ve kavramlardan ibaret “rapor” larda bu kederler, kaygılar sorun olarak yer almaz. O raporlarda insan faktörü yoktur. Artan üniversite sayısının ve yayın sayısının toplumda bir yansıması olup olmadığıyla, bilimin hakiki göstergelerinin var olup olmamasıyla ilgilenilmez. Gerçekler konuşulmaz olur.
Bu anlamda, sorunlar, teknik olarak değil kavramsal açından ele alınmalıdır. Çeşitli raporlarda, taslaklarda olduğu gibi, üniversiteye ve sorunlarına yaklaşım sadece teknik çözümler bütünü olarak ele alındığında söylenenlerin hiçbiri “üniversite”nin varlık sorununa bir yanıt olamaz. Bu konularda üniversitelerin ne düşündüğü, düşünüp düşünmediği çok önemlidir. Çünkü bu, üniversitenin kendi varoluşu hakkında düşünmesi demek olacaktır. Bu, üniversitenin kendisini fark etme sorunudur. Üniversitelerimiz, tüm bunları sorun olarak algıladığı, kendisi ve hem de kavramsal açıdan irdelemeye başladığı gün üniversite olacaktır.

MİNE ANĞ KÜÇÜKER: Prof. Dr., İstanbul Üni., öğretim üyesi

0 yorum:

Yorum Gönder