HAKAN MIHCI
Cumhuriyet - Bilim Teknoloji 06.03.2009
SPOT: Ülkemizin üniversite yaşamına yakın olanlar için yazının başlığı anlamsız kaçabilir. Öyle ya, YÖK’ün kuruluşunun üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Uygulamaları hepimizin gözü ününde gerçekleşti. Adım adım ancak kararlı bir şekilde üniversitelerle ilgili özerkliğin her çeşidinin ortadan kaldırılmasına şahit olduk. Kimi zaman karşı çıktık; ama çoğunlukla da içselleştirdik. YÖK’ü ve uygulamalarını hazmetme kapasitemiz her geçen gün genişledi. Özerkliğin sanıldığı kadar iyi bir şey olmadığı noktasına bile ulaştık.
Nereden çıkıyor şimdi akademik özerkliğin elden gittiğine yönelik söylem? Zaten olmayan bir şeyin yitirilmesine üzülünür mü? Üzülünmez tabii. O halde, üniversitenin geçmişine özlem yani nostaljik duyguların kabarmasına yorabiliriz belki akademik özgürlüğün yok edildiği söylemini…
Üniversite ve geçmişe özlem deyince insanın aklına ister istemez asistanlık kurumu da geliyor. Asistanlığın kavramsal olarak ortadan kaldırılmasının üzerinden oldukça uzun bir zaman geçti. Yeni nesillerin asistanlık kurumundan haberleri bile yok. Yerini araştırma görevliliğine bıraktı. Araştırma görevliliği zamanla atanma sürecinde dayanılan yasa maddelerine bağlı rakamlar ve harflerle birlikte anılmaya ve öyle sınıflandırılmaya başlandı: 33. Madde, 35. Madde, 50/d Maddesi gibi. Asistanlık unutuldu. Asistanlığın üniversitelerin geleceği ve akademik yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olduğu gerçeği göz ardı edilip Amerikanvari yaklaşımlarla geçici sürelerle istihdam edilen “burslu öğrenci” statüsü çerçevesinde algılanmasına başlandı. Son dönemlerdeki gelişmeler artık bununla da yetinilmeyeceği, üniversitelerle ilişiklerinin zaman geçirilmeden bir an önce kesilmesinin yollarının arandığı izlenimini veriyor. Nedir bu telaşın nedeni?
Sadede gelelim: Geçtiğimiz yılın ikinci yarısında YÖK’ün sessiz sedasız yürürlüğe koyduğu bir yönetmelik değişikliği var. Yönetmeliğin başlığı alışılageldik üzere uzun ve şöyle: “Öğretim Üyesi Dışındaki Öğretim Elemanı Kadrolarına Naklen veya Açıktan Yapılacak Atamalarda Uygulanacak Merkezi Sınav ile Giriş Sınavlarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”.
Başlığından da anlaşılabileceği gibi Yönetmelik öğretim üyesi dışında kalan öğretim elemanlarının (araştırma görevlisi, öğretim görevlisi, okutman, uzman, çevirici ve eğitim-öğretim planlamacısı) atanmasına yönelik yeni düzenlemeler getiriyor. Düzenlemenin en çarpıcı yönü üniversitelere öğretim üyesi dışındaki öğretim elemanlarıyla ilgili kadro dağıtımı ve dağıtılan kadrolara atanma sürecinin neredeyse tamamen YÖK’ün inisiyatifine bırakılmış olmasıdır. Yeni düzenlemeyle üniversitelerdeki en küçük akademik birim olan anabilim dallarından bölümlere, fakültelerden rektörlüklere kadar üniversitelerdeki bütün birimlerin kadro talebi ve bu kadrolara atama süreçleri tamamen YÖK’ün denetimine girmektedir. Hangi üniversiteye ne kadar kadro tahsis edileceği de aynı şekilde YÖK tarafından belirlenmektedir.
YÖK Yönetmeliği kadro tahsisindeki merkeziyetçi tutumunu yeterli görmemiş olacak ki, kadrolara atanmak isteyen adaylara merkezi bir sınava (ÖSYM tarafından yapılan Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Sınavı-ALES) girme zorunluluğu getirmekte, bu sınavda belirli bir başarı elde edebilen adayların (ALES sınavından en az 70 almış olmak) giriş sınavına alınabileceklerini karara bağlanmaktadır. Kadroya atanmak için yapılacak giriş sınavının bütün aşamaları (sınav jürisinin belirlenmesi dahil) ve uygulaması da tamamen YÖK’ün denetimi altına alınmaktadır.
Bu düzenlemeyle akademik birimlerin öğretim üyesi dışında alınacak öğretim elemanlarının zamanlamasını, sayısını, akademik ve bireysel özelliklerini özgürce belirleyebilme şansları büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır. Böylece akademik özerklikten geriye kalan son kırıntılar da yok olmakta, üniversitelere dağıtılacak kadrolar ve bu kadrolara atanacak bireyler YÖK tarafında merkezi yöntemlerle belirlenir hale gelmektedir.
Bu durum hiç kuşkusuz üniversitelere yönelik “kadrolaşma” sorununu ve tartışmasını da beraberinde getirmektedir. Mevcut siyasal iktidarın YÖK’ü tasfiye etme söylemlerinin üzerinden asırlar geçmedi. Seçim vaatleri geride kaldı, türban tartışmaları duruldu, köprülerin altından sular aktı ve kendinden önceki bütün siyasal iktidarlar gibi AKP de YÖK yanlısı bir tutum içine girmiştir. Başka bir deyişle, AKP kendi yüksek öğrenim sistemini oluşturma telaşı içine girdi. Atamalar, yönetmelikler ve kadrolaşma bu doğrultuda ilerlemektedir.
İş güvencesinden yoksun hale getirilen öğretim üyesi dışındaki öğretim elemanlarının, özellikle de araştırma görevlilerinin bu dönüşüm sürecinde işlerine son verilmek, “eski düzenden” geriye kalan bazı kadrolarının tasfiye edilerek yeni bir kadrolaşmaya gidilmek istenmektedir. Bu hengâmede akademik özerklik, öğretim elemanlarının iş güvencesi, üniversitenin geleceği gibi konular teferruat haline gelmektedir. Ancak unutulmamalı ki, akademik özerklik ve gelecek kaygısı taşımadan bugünün öğretim üyesi adaylarının nitelikli ve özgür gelişimi sağlanmadan üniversitenin geleceğine umutla bakmanın olanağı yoktur.
YÖK’ün kuruluşundan bir yıl önce André Gorz, 80’li yıllara damgasını vuracak olan ve ülkemizde de hayli ses getiren kitabında proletaryaya “elveda” derken alkışlayanı çoktu. Gorz’un elveda demesiyle proletarya elbette yok olmadı. Kuramsal analizlerden ve toplumsal hafızadan silinmeye çalışıldı. Ancak toplumsal yaşama ve üretime bir şekilde damgasını vurmaya devam etti. Tıpkı üniversite yaşamının proleterleri olan asistanlar gibi. Asistanlara ve asistanlık kurumuna elveda demek bu kadar kolay olmamalı...
hakan@hacettepe.edu.tr
0 yorum:
Yorum Gönder