4/03/2009 evrensel
Her şey, önce yüksek lisansa girerek başlar.
Her şey, önce yüksek lisansa girerek başlar. Yüksek lisansın daha ilk aylarında, ilk önce sekiz on kişilik devre arkadaşlarının, hiç değilse altı yedisinin yüksek lisans yaptıkları bölüme asistan olarak girme düşünde olduğunu öğrenirsin; sonuçta okuduğu okulda kalmak isteyen tek kişi sen değilsindir. Sonra da, bunlardan en fazla iki tanesinin en yakın zamanda (3-5 yıl) hayallerini gerçekleştirebileceğini; kadro sınırlıdır çünkü. Artık, dersler için hazırlanan her bir ödev, ders esnasındaki her bir tartışma, hocalarla her sohbet, henüz ortada olmayan asistanlık kadrosunun, olmayan adayları arasında, ilan edilmemiş bir yarış haline gelir. Lisanstaki şartsız koşulsuz dostluklar bitmiş, olmayan asistanlık kadrosuna talip, birbirine rakip bir master öğrencileri kadrosu içerisine sen de girmişsindir.
Günün birinde o kadro açılır ve kadro prensesi, genç yüksek lisans kurbağalarından sadece birini öperek prense dönüştürür. Ötekiler için iki yol vardır artık: Aynı nehirde yüzmeye devam ederek kadro prensesinin bir sonraki öpücüğünü beklemek, ya da başka nehirlere zıplayarak, başka başka prenseslerden medet ummak.
Kazanan artık “hoca”dır. Üniversitede bir odası, odanın kapısında ismi, içinde de bir masası ve bilgisayarı vardır. O artık, bazen hocasının sınavında bir “gözetmen”, bazen bir diğer hocanın araştırmasına bir gönüllü -ki bu ücretsiz çalıştırılmak demektir- “anketör”, bazen bölümde bir “sekreter”, bazen falanca hocanın mobilya taksitini yatıran bir “müşteri”, bazen sandalye, çanta, kitap vb. taşıyan bir “hamal”, bazen filanca hocanın yerine sınav kağıtlarını okuyan gizli bir “kahraman”, bazen feşmekan hocanın ders planını hazırlayan bir “organizatör”, bazen de Fenasi hocanın yerine derse giren, ama ders ücreti zamanı geldiğinde hiç adı hatırlanmayan, para alamayan bir “hoca”dır.
Yıllar geçer, artık doktoradadır; yaş 30’a doğru doludizgin ilerler; artık doktora tezini, yani hayatının en uzun, en ayrıntılı, en sıkıcı, en bunaltıcı, en kritik, en iğrenç fakat ne olursa olsun en önemli yazısını yazmaya başlamıştır delikanlı/genç kız. Evlenmek düşer aklına ve ilk defa, o gün, maaşını hatırlar. O güne kadar, fotokopilere, kitaplara, dergilere, sinemaya, tiyatroya, eğlenceye… harcadığı maaşı gelir aklına. İşte tam da o zaman bir “hoca” olarak kuyruğu dik tutmak zorunda olmakla, üç otuz paraya çalışan bir “parya” olarak acından gebermemek zorunda kalmak arasındaki tezadı fark etmeye başlar: Hem Journal of Shit ve Journal of Scientific Poo dergilerinden fotokopi çektirmek için para harcamak, hem vizyona yeni giren filmi seyretmek, hem de elektrik faturasını yatırmak zorundadır; hiçbiri ertelenmez, ötelenemez: Filmi seyretmeyip faturasını yatırmak, fotokopi çektirmeyip filmi seyretmek gibi tercihler anlamsızdır onun için. Liseden sonra okumayıp polis olan ve “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü” koruduğu için kendisinden fazla ücret alıp, kendisinden fazla itibar gören mahalle arkadaşını düşünür: “Keşke liseden sonra okumayıp polis olsaydım!”
Tez ilerler, çocuk doğar. Artık bir “baba”dır. 5-6 yıl önce 50/d kadrosunda bir asistan olabilmek için yüksek lisanstaki sınıf arkadaşları ile rekabet eden eski genç; artık, 50/d denilen şeyin ne olduğunun farkında, o cenderenin bilincindedir; harcamaları arasına Bebelac ve Prima da eklenmiştir, otuz yaşlarındaki genç babanın. Ve fark eder ki, master’daki çocuk kendisi, “olsun da nasıl olursa olsun”cudur. Doktorasının sonuna doğru yaklaşmakta olan baba kendisi ise artık ileriyi düşünen ve hem tezini bitirmek zorunda olduğunun ve hem de tezini bitirdiği gün işsiz kalacağının aynı anda bilincinde olan, emeğine yabancılaşmış bir fikir işçisi, bir proleterdir.
O kişi işsiz kalacaktır, kalmak zorundadır da; çünkü o bir “parya”, o etinden, sütünden, yününden, sakatatından ve derisinden yararlanılan bir “meta”, araştırmakla görevli bir “memurumsu”, yerine yenisi rahatlıkla ikame edilebilecek bir “şey”dir artık. O işsiz kalmalı, kalabilmeli, kalabilme korkusunu her daim içinde yaşamalıdır, çünkü Hz. Kapitalizm ve onun üst yapısı Hz. Mevzuat öyle emreylemektedir: Her daim yerine yenisi ikame edilemeyen bir iş/fikir gücü ordusundan, her an onun yerine geçmeye hazır ve nazır yeni proleterler olduğunu bilmeyen işçi, asistan, proleterden daha tehlikeli ne olabilir ki? O işsiz, kalmalıdır, kalabilmelidir, kalmak zorundadır da, ki zaten, bu takdir-i ilahi değilse de takdir-i mevzuat, tabir-i caizse takdir-i cuntadır. Nitekim bugün asistanların tepki gösterdiği yasa, 1981 yılında, Eylül Cuntası’nın yönetime gelişinden sadece ama sadece 420 gün sonra çıkarılan 04 Kasım 1981 Tarih, 2547 Sayılı yasadır; herkese hatırlatmak isterim. Bu yasanın 50. Maddesi beş bentten oluşuyor ve “Lisansüstü Öğretim” üst başlığını ve “Usul ve Şartlar” başlığını taşıyor. Maddenin bentleri şöyle;
a-Lisans düzeyinde öğrenim gördükten sonra, yükseköğretim kurumlarında yüksek lisans, doktora ya da tıpta uzmanlık öğrenimi yapmak isteyenler, yükseköğretim kurumlarınca usulüne göre açılacak sınavla ve Üniversitelerarası Kurulca tespit edilecek esaslara göre seçilirler
b-Yükseköğretim kurumları, lisans üstü öğretim konusundaki istekleri karşılamak üzere gerekli planlamayı yapar ve önlemleri alır
c-05-08-1996 gün ve 22718 sayılı mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan 4158 sayılı Kanun ile yürürlükten kaldırılmıştır
d-Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler
e-Tıpta uzmanlık öğrenimi yapanlara verilecek aylık veya ödeneklerin tespitinde, aynı durumda bulunan Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığındaki personelin aylık ve ödenekleri göz önünde tutulur.
Tartışma konusu olan 50/d maddesine bir daha bakın lütfen, madde aynen şöyle, “Lisansüstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler” Şöyle okuyalım mı maddeyi?: Master/doktora öğrencileri ya burs bulsunlar ya da burs gibi telakki edecekleri, her yıl uzatılıp uzatılmayacağına bölümün/fakültenin/üniversitenin/devletin karar vereceği devlet bursu (asistan maaşı) alsınlar ve eğer devlet bursu alırlarsa bunun karşılığında hocalarına amelelik/asistanlık/paryalık/serflik/kölelik/araştırma görevliliği yapsınlar; iyi, olur!
Yıllarca bu karara itiraz ettik; edemedik daha doğrusu. Kaç arkadaşım 33. maddeye atanamadığı için üniversiteden ayrıldı, kaç arkadaşım işinden edildi, kaçının cesetleri/anıları üzerine basarak doçent oldum; saymadım, sayamadım. Ama hele evlenip barklandıktan sonra, 50/d ile derdi olmayan hiçbir asistan da tanımadım akademide. Nasıl olmasın ki? 30 yaşlarında, yeni evli ve 1-2 yaşında çocuğu olan bir genç babaya “s…tr ol git,” (bunun “akademia”cası “kendine yeni bir yer ve kadro bul”dur) denilmesinin ne demek olduğunu bilmez miyim: Bilmez miyim, hem de ne biçim bilirim! Daha önce s…tr edilen ben, şimdi s..tr eden kurumların içinde değil miyim?; nasıl bilmem kirliliği, pisliği, nasıl bulaşmadım derim boka -ki içinde yüzmekteyim.
İstanbul Üniversitesi’ndeki asistanlar eylem yapmışlar; düdük çalmışlar, gece yerleşkelerinde sabahlamışlar, Hukuk Fakültesi’nde 50/d ile ilgili ders vermişler.
Huuuu! İstanbul Üniversitesi’ndeki asistanlar eylem yapmışlar; düdük çalmışlar, gece yerleşkelerinde sabahlamışlar, Hukuk Fakültesi’nde 50/d ile ilgili ders vermişler diyorum ey sevgili öğretim üyesi arkadaşlarım, hocalarım. Ey! her Allahın günü televizyonlarda açıklama üstüne açıklama, beyanat üstüne beyanat veren zürefa, asistanlarımız geleceklerine sahip çıkmaya, insanca yaşayabilecekleri bir ücret ve geleceklerini garanti altına alabilecekleri bir iş güvencesi için sokaklara çıkmaya çalışıyorlar duyuyor musunuz? Sesim size de geliyor mu bilmem ne uzmanı hocalarım, asistanlarımız geleceklerine, yani sevgililerine, henüz evlendikleri eşlerine, yeni doğmuş bebeklerine, hayata dair umutlarına, ütopyalarına sahip çıkmak istiyorlarmış hiç işittiniz mi?
Asistanlarımız 12 Eylül yasalarına başkaldırmışlar, örgütsüzleştirmeye, garantisiz çalıştırmaya ayak sürüyorlarmış diyorum. Orada kimse var mı? Sevgililerine…karılarına…kocalarına….bebeklerine… geleceklerine… mesleklerine… onurlarına… haysiyetlerine… akademiye… diyorum, ütopyalarına, düşlerine, hayallerine, umutlarına, umduklarına diyorum sahip çıkmak istiyorlarmış; insanca diyorum… iş güvencesi… 12 Eylül... diyorum; faşizm diyorum, hâlâ yaşıyor musunuz?
Her şey, önce yüksek lisansa girerek başlar.
Her şey, önce yüksek lisansa girerek başlar. Yüksek lisansın daha ilk aylarında, ilk önce sekiz on kişilik devre arkadaşlarının, hiç değilse altı yedisinin yüksek lisans yaptıkları bölüme asistan olarak girme düşünde olduğunu öğrenirsin; sonuçta okuduğu okulda kalmak isteyen tek kişi sen değilsindir. Sonra da, bunlardan en fazla iki tanesinin en yakın zamanda (3-5 yıl) hayallerini gerçekleştirebileceğini; kadro sınırlıdır çünkü. Artık, dersler için hazırlanan her bir ödev, ders esnasındaki her bir tartışma, hocalarla her sohbet, henüz ortada olmayan asistanlık kadrosunun, olmayan adayları arasında, ilan edilmemiş bir yarış haline gelir. Lisanstaki şartsız koşulsuz dostluklar bitmiş, olmayan asistanlık kadrosuna talip, birbirine rakip bir master öğrencileri kadrosu içerisine sen de girmişsindir.
Günün birinde o kadro açılır ve kadro prensesi, genç yüksek lisans kurbağalarından sadece birini öperek prense dönüştürür. Ötekiler için iki yol vardır artık: Aynı nehirde yüzmeye devam ederek kadro prensesinin bir sonraki öpücüğünü beklemek, ya da başka nehirlere zıplayarak, başka başka prenseslerden medet ummak.
Kazanan artık “hoca”dır. Üniversitede bir odası, odanın kapısında ismi, içinde de bir masası ve bilgisayarı vardır. O artık, bazen hocasının sınavında bir “gözetmen”, bazen bir diğer hocanın araştırmasına bir gönüllü -ki bu ücretsiz çalıştırılmak demektir- “anketör”, bazen bölümde bir “sekreter”, bazen falanca hocanın mobilya taksitini yatıran bir “müşteri”, bazen sandalye, çanta, kitap vb. taşıyan bir “hamal”, bazen filanca hocanın yerine sınav kağıtlarını okuyan gizli bir “kahraman”, bazen feşmekan hocanın ders planını hazırlayan bir “organizatör”, bazen de Fenasi hocanın yerine derse giren, ama ders ücreti zamanı geldiğinde hiç adı hatırlanmayan, para alamayan bir “hoca”dır.
Yıllar geçer, artık doktoradadır; yaş 30’a doğru doludizgin ilerler; artık doktora tezini, yani hayatının en uzun, en ayrıntılı, en sıkıcı, en bunaltıcı, en kritik, en iğrenç fakat ne olursa olsun en önemli yazısını yazmaya başlamıştır delikanlı/genç kız. Evlenmek düşer aklına ve ilk defa, o gün, maaşını hatırlar. O güne kadar, fotokopilere, kitaplara, dergilere, sinemaya, tiyatroya, eğlenceye… harcadığı maaşı gelir aklına. İşte tam da o zaman bir “hoca” olarak kuyruğu dik tutmak zorunda olmakla, üç otuz paraya çalışan bir “parya” olarak acından gebermemek zorunda kalmak arasındaki tezadı fark etmeye başlar: Hem Journal of Shit ve Journal of Scientific Poo dergilerinden fotokopi çektirmek için para harcamak, hem vizyona yeni giren filmi seyretmek, hem de elektrik faturasını yatırmak zorundadır; hiçbiri ertelenmez, ötelenemez: Filmi seyretmeyip faturasını yatırmak, fotokopi çektirmeyip filmi seyretmek gibi tercihler anlamsızdır onun için. Liseden sonra okumayıp polis olan ve “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü” koruduğu için kendisinden fazla ücret alıp, kendisinden fazla itibar gören mahalle arkadaşını düşünür: “Keşke liseden sonra okumayıp polis olsaydım!”
Tez ilerler, çocuk doğar. Artık bir “baba”dır. 5-6 yıl önce 50/d kadrosunda bir asistan olabilmek için yüksek lisanstaki sınıf arkadaşları ile rekabet eden eski genç; artık, 50/d denilen şeyin ne olduğunun farkında, o cenderenin bilincindedir; harcamaları arasına Bebelac ve Prima da eklenmiştir, otuz yaşlarındaki genç babanın. Ve fark eder ki, master’daki çocuk kendisi, “olsun da nasıl olursa olsun”cudur. Doktorasının sonuna doğru yaklaşmakta olan baba kendisi ise artık ileriyi düşünen ve hem tezini bitirmek zorunda olduğunun ve hem de tezini bitirdiği gün işsiz kalacağının aynı anda bilincinde olan, emeğine yabancılaşmış bir fikir işçisi, bir proleterdir.
O kişi işsiz kalacaktır, kalmak zorundadır da; çünkü o bir “parya”, o etinden, sütünden, yününden, sakatatından ve derisinden yararlanılan bir “meta”, araştırmakla görevli bir “memurumsu”, yerine yenisi rahatlıkla ikame edilebilecek bir “şey”dir artık. O işsiz kalmalı, kalabilmeli, kalabilme korkusunu her daim içinde yaşamalıdır, çünkü Hz. Kapitalizm ve onun üst yapısı Hz. Mevzuat öyle emreylemektedir: Her daim yerine yenisi ikame edilemeyen bir iş/fikir gücü ordusundan, her an onun yerine geçmeye hazır ve nazır yeni proleterler olduğunu bilmeyen işçi, asistan, proleterden daha tehlikeli ne olabilir ki? O işsiz, kalmalıdır, kalabilmelidir, kalmak zorundadır da, ki zaten, bu takdir-i ilahi değilse de takdir-i mevzuat, tabir-i caizse takdir-i cuntadır. Nitekim bugün asistanların tepki gösterdiği yasa, 1981 yılında, Eylül Cuntası’nın yönetime gelişinden sadece ama sadece 420 gün sonra çıkarılan 04 Kasım 1981 Tarih, 2547 Sayılı yasadır; herkese hatırlatmak isterim. Bu yasanın 50. Maddesi beş bentten oluşuyor ve “Lisansüstü Öğretim” üst başlığını ve “Usul ve Şartlar” başlığını taşıyor. Maddenin bentleri şöyle;
a-Lisans düzeyinde öğrenim gördükten sonra, yükseköğretim kurumlarında yüksek lisans, doktora ya da tıpta uzmanlık öğrenimi yapmak isteyenler, yükseköğretim kurumlarınca usulüne göre açılacak sınavla ve Üniversitelerarası Kurulca tespit edilecek esaslara göre seçilirler
b-Yükseköğretim kurumları, lisans üstü öğretim konusundaki istekleri karşılamak üzere gerekli planlamayı yapar ve önlemleri alır
c-05-08-1996 gün ve 22718 sayılı mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan 4158 sayılı Kanun ile yürürlükten kaldırılmıştır
d-Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler
e-Tıpta uzmanlık öğrenimi yapanlara verilecek aylık veya ödeneklerin tespitinde, aynı durumda bulunan Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığındaki personelin aylık ve ödenekleri göz önünde tutulur.
Tartışma konusu olan 50/d maddesine bir daha bakın lütfen, madde aynen şöyle, “Lisansüstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler” Şöyle okuyalım mı maddeyi?: Master/doktora öğrencileri ya burs bulsunlar ya da burs gibi telakki edecekleri, her yıl uzatılıp uzatılmayacağına bölümün/fakültenin/üniversitenin/devletin karar vereceği devlet bursu (asistan maaşı) alsınlar ve eğer devlet bursu alırlarsa bunun karşılığında hocalarına amelelik/asistanlık/paryalık/serflik/kölelik/araştırma görevliliği yapsınlar; iyi, olur!
Yıllarca bu karara itiraz ettik; edemedik daha doğrusu. Kaç arkadaşım 33. maddeye atanamadığı için üniversiteden ayrıldı, kaç arkadaşım işinden edildi, kaçının cesetleri/anıları üzerine basarak doçent oldum; saymadım, sayamadım. Ama hele evlenip barklandıktan sonra, 50/d ile derdi olmayan hiçbir asistan da tanımadım akademide. Nasıl olmasın ki? 30 yaşlarında, yeni evli ve 1-2 yaşında çocuğu olan bir genç babaya “s…tr ol git,” (bunun “akademia”cası “kendine yeni bir yer ve kadro bul”dur) denilmesinin ne demek olduğunu bilmez miyim: Bilmez miyim, hem de ne biçim bilirim! Daha önce s…tr edilen ben, şimdi s..tr eden kurumların içinde değil miyim?; nasıl bilmem kirliliği, pisliği, nasıl bulaşmadım derim boka -ki içinde yüzmekteyim.
İstanbul Üniversitesi’ndeki asistanlar eylem yapmışlar; düdük çalmışlar, gece yerleşkelerinde sabahlamışlar, Hukuk Fakültesi’nde 50/d ile ilgili ders vermişler.
Huuuu! İstanbul Üniversitesi’ndeki asistanlar eylem yapmışlar; düdük çalmışlar, gece yerleşkelerinde sabahlamışlar, Hukuk Fakültesi’nde 50/d ile ilgili ders vermişler diyorum ey sevgili öğretim üyesi arkadaşlarım, hocalarım. Ey! her Allahın günü televizyonlarda açıklama üstüne açıklama, beyanat üstüne beyanat veren zürefa, asistanlarımız geleceklerine sahip çıkmaya, insanca yaşayabilecekleri bir ücret ve geleceklerini garanti altına alabilecekleri bir iş güvencesi için sokaklara çıkmaya çalışıyorlar duyuyor musunuz? Sesim size de geliyor mu bilmem ne uzmanı hocalarım, asistanlarımız geleceklerine, yani sevgililerine, henüz evlendikleri eşlerine, yeni doğmuş bebeklerine, hayata dair umutlarına, ütopyalarına sahip çıkmak istiyorlarmış hiç işittiniz mi?
Asistanlarımız 12 Eylül yasalarına başkaldırmışlar, örgütsüzleştirmeye, garantisiz çalıştırmaya ayak sürüyorlarmış diyorum. Orada kimse var mı? Sevgililerine…karılarına…kocalarına….bebeklerine… geleceklerine… mesleklerine… onurlarına… haysiyetlerine… akademiye… diyorum, ütopyalarına, düşlerine, hayallerine, umutlarına, umduklarına diyorum sahip çıkmak istiyorlarmış; insanca diyorum… iş güvencesi… 12 Eylül... diyorum; faşizm diyorum, hâlâ yaşıyor musunuz?
2 yorum:
vay be süper olmuş
Bizim asaletimiz var mıdır?
Yorum Gönder