Öğretim Elemanı Piyasası!
Asistanlıktan Esnek Öğretim Elemanı Piyasasına*
Muammer Kaymak
Türkiye’de üniversite sorunu, son dönemde çeşitli vesilelerle alevlenen yoğun bir tartışmanın konusunu oluşturuyor. Geçmişte bu alanda yaşanan tartışmaların ana eksenini üniversite bileşenlerinin YÖK’ün varlığı ve uygulamalarına yönelik muhalefeti oluştururken, bugünkü tartışmalar, muktedirler arasındaki siyasi hesaplaşmanın platformu işlevi görüyor. Üniversite bileşenlerini dışlayan bu tartışmaların, üniversitenin geleceği açısından sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı biliyoruz. Bu nedenle, üniversitenin temel sorunlarını, mevcut tartışmaların dışına çıkarak, sorunun gerçek muhataplarının gözünden dile getirmeye devam etmek gerekiyor. Bu yazıda asistanların iş güvencesi sorunu etrafında, üniversite sistemimizdeki öğretim elemanı yetiştirmeye ilişkin problemleri ele almaya çalışacağım. YÖK sistemi içerisinde araştırma görevlisi olarak adlandırılan asistanların başta iş güvencesi olmak üzere sayısız sorunu var. Üstelik bu sorunlar özgül olarak asistanların sorunları değil, bir bütün olarak üniversite sisteminin sorunları. Öncelikle sorunu tanımlayalım. Asistan kimdir ve işlevi nedir? Bu sorunun yanıtını üniversite kurumunun tarihi evrimi içinde aramak gerekiyor.
Üniversite kurumunun kökeni, ortaçağ kiliselerine dayanmaktadır. Üniversite, bilim adamı yetiştirme yöntemi açısından ise ortaçağlarda zanaat üretiminin örgütlendiği lonca sisteminin kural ve ritüellerini benimsemiştir. Lonca sisteminde, belli bir zanaat dalında ustalığa terfi etme süreci sıkı bir biçimde denetlenen kurallara ve ritüellere tabidir. Mesleğe çırak alarak adım atan bir kişinin çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa terfi etmesi için söz konusu alanda yetkinleştiğini kanıtlayarak loncanın güvenini kazanması gerekir. Bunun için kendi zanaat dalında hünerini göstermesi ve önemli bir eser ortaya koyması beklenir. Lonca sisteminde, loncanın sürekliliğini sağlamak için, her çırak ve kalfanın, içinde yer aldığı zanaat dalının geleceğini oluşturduğu düşüncesi, yetişme ve yükselme yönteminin esasını oluşturur. Bu nedenle ilgili zanaat dalındaki her usta, çırakların yetişmesi sürecine yakından nezaret eder.
Lonca sisteminin hiyerarşik yapısına benzer bir biçimde örgütlenen üniversite kurumu, öğretim üyesi yetiştirmek için lonca sistemine benzer kurallar benimsemiş, bilimde çıraklık aşaması olan asistanlık kurumunu üniversitenin geleceği olarak algılayarak, asistanların, “hoca” olarak yetiştirilmesini temel işlevlerinden birisi olarak görmüştür. Sonuçta, asistanın, bilimsel gerekleri yerine getirdiği sürece üniversitenin bir parçası olmaya devam ettiği bir anlayış hakim olmuştur. Bunun günümüz dili açısından pratik anlamı ise, “iş güvencesi”ne sahip olmaktır.
Türkiye’de 19. yüzyılda şekillenen Kıta Avrupası üniversite anlayışı doğrultusunda oluşturulan üniversiter yapı, asistan yetiştirme anlayışı bakımından, 1980’lere kadar yukarıda anılan geleneksel modeli benimsemiştir. Bu modelde asistanlar, belli bir öğretim üyesine değil, kürsülere bağlı olarak çalışmakta ve asistanın yetişmesinden ilgili kürsüdeki bütün öğretim üyeleri sorumlu olmaktadır. Ancak 12 Eylül askeri darbesinden sonra oluşturulan YÖK sistemiyle birlikte, Amerikan üniversite modelinden esinlenen anlayış doğrultusunda, asistanlık kurumu ortadan kaldırılmış, yerine “araştırma görevliliği” adı altında yeni bir statü getirilmiştir.
2547 Sayılı YÖK yasasının 33. maddesinin a fıkrasında “Araştırma Görevlisi” şöyle tanımlanmaktadır: Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır-Bunlar ilgili anabilim veya anasanat dalı başkanlarının önerisi Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuvar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı ile araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süre ile atanırlar; atanma süresi sonunda görevlileri kendiliğinden sona erer.
Bu maddede tanımlanan “araştırma görevlisi” statüsü, görüleceği gibi, içeriği bakımından bilim adamı yetiştirme perspektifinden ziyade, üniversitenin araştırma inceleme işlevinde gerekli olan yardımcı eleman ve yarı-akademik idari işerini yürütecek nitelikli işgücü gereksinimine vurgu yapmaktadır. Ancak pratikte, söz konusu maddede tanımlanan görev için yasanın öngördüğü 3 yıllık süre için atanma kısıtı katı bir biçimde uygulanmamış, başka bir ad altında da olsa, iş güvencesi bakımından geçmişteki asistanlık kurumu yaşamaya devam etmiştir. Ancak YÖK, 1990’lı yılların sonlarında 33. madde çerçevesinde araştırma görevlisi alma uygulamasını terk ederek, araştırma görevlilerini 2547 sayılı yasanın “Lisansüstü Öğretim” başlığı altında düzenlenen 50/d maddesine göre istihdam etmeye başlamıştır. Bu maddeye göre;
Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.
Asistan alımında 50/d maddesinin esas haline gelmesiyle, biçimsel olarak “araştırma görevlisi” tanımlamasından da vazgeçilmiş, yerine burslu lisansüstü öğrenci statüsü getirilmiştir. 50/d maddesi 33. maddeden farklı olarak iş güvencesini tümüyle ortadan kaldırmakta ve en önemlisi “asistanların” üniversitenin araştırma ve inceleme işlevlerinin bir parçası olması, lafta bile olsa, söz konusu olmaktan çıkmaktadır. Bu değişikliğin pratik sonucu ise, her ne kadar araştırma görevlisi olarak anılmaya devam etse de, bu kadroda istihdam edilen kişilerin üniversitenin geleceği olduğu düşüncesinin tümüyle ortadan kalkması ve araştırma görevlilerinin üniversitenin yarı akademik ve idari işlerini yerine getiren, geçici ara eleman olarak görülmesi fikrinin pekişmesidir.
YÖK’ün, 50/d maddesine göre araştırma görevlisi istihdam etme tercihi, düşünsel dayanağını neo-liberal ideolojiden ve 1960’lardan itibaren bu ideolojinin ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılanan Amerikan üniversite modelinden almaktadır.
ABD’nin öncülük ettiği üniversite anlayışı, bilim insanı istihdam koşulları bakımından neoliberalizmin iş güvencesinin verimliliği engellediği yönündeki ilkesinden hareket etmektedir. Neoliberal ideolojiye göre, iş güvencesi, işgücü piyasasında katılık yaratan ve işletmelerin verimli çalışmasını engelleyen bir uygulamadır. Üstelik, YÖK’ün de sorgulamadan benimsediği bu anlayış, üniversite eğitimi gibi kamusal niteliği açık olan bir alanın ticarileştirilmesini ve piyasa talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Bu çerçevede üniversiteyi bir işletme olarak algılamaktadır. Üstelik neoliberal üniversite anlayışı, bilim ve toplumsal sorumluluk arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmakta, azgelişmiş bir ülkede kalkınma ve toplumsal ilerleme için bir bilim politikası oluşturma zorunluluğunu görmezden gelmekte, bilimsel işbirliği yerine rekabeti esas alan bir üniversite modelini hakim kılmaya çalışmaktadır. YÖK’ün öğretim elemanı yetiştirme konusunda benimsediği uygulamanın kaynağında, söz konusu modelin sorgusuz sualsiz benimsenmesi yatmaktadır.
YÖK’ün model aldığı ABD üniversiteleri, son 50 yılda Avrupa üniversitelerinin sahip olduğu üstünlüğü ele geçirmiş, tüm dünyada lisanüstü eğitim için çekim merkezi haline gelmiştir. ABD üniversitelerinde lisansüstü eğitim alanların önemli bir bölümünün geleceğini üniversite dışındaki iş alanlarında araması ya da ülkelerine geri dönmesi, ABD üniversitelerinin oldukça geniş ve esnek bir biçimde istihdam edilebilecek bir “işgücü arzı” ile karşılaşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ABD üniversiteleri, “beyin göçü”nün sağladığı sınırsız olanaklarla öğretim elemanı yetiştirme kaygısından uzak bir şekilde, görev süresi ve görev alanı önceden tanımlanmış araştırma görevlisi istihdam etmektedir. Yani, YÖK’ün, araştırma görevlisi istihdam etme konusunda benimsediği yaklaşım, aynı zamanda oldukça özel şartların ürünü olan bir modele dayanmaktadır. Oysa, Türkiye, ABD üniversitelerinin sahip olduğu lükslere sahip değildir. Beyin göçü almak bir yana, beyin göçü veren bir ülkedir. Bu nedenle öğretim elemanı yetiştirmek için istihdam ettiği kişilere, iş güvencesinin yanı sıra kurumsal ve maddi özendiriciler sağlamak zorundadır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesine sahip olmaması ve üniversitede lisansüstü eğitimi süresince belli idari işleri yerine getiren, geçici ara elemanlar olarak görülmesi ve düşük ücret politikası, iyi yetişmiş yetenekli kişilerin üniversitede kalmak yerine geleceğini üniversite dışında ya da yurtdışındaki üniversitelerde aramasına yol açmaktadır.
Araştırma görevlisi istihdamında esas alınan 50/d maddesi, araştırma görevlisine üniversitenin geleceği olarak yaklaşan ve bu temelde araştırma görevlisinin yetiştirilmesi konusunda üniversiteye önemli sorumluluklar yükleyen geleneksel anlayışın ortadan kalkmasına neden olmuştur. Üniversitelerdeki öğretim üyelerinin, araştırma görevlilerine bakışı da, bu yeni anlayış doğrultusunda şekillenmiş, araştırma görevlilileri, sınav gözetmenliği ve öğrenci danışmanlığı yapan, ders ve sınav programlarını hazırlayan, sınav kağıdı okuyan, uygulama ve laboratuvar derslerine giren, hatta bölüm sekreterlerinin işlerini üstlenen geçici personel olarak görülmeye başlanmıştır.
50/d maddesinin getirdiği anlayış, öğretim üyelerinin “asistan” yetiştirme sorumluluğunu ortadan kaldırmış, dolayısıyla araştırma görevlisi alımında oldukça gevşek standartlar aranmaya başlanmıştır. Araştırma görevlisi alımında, kişisel patronaj ilişkileri, kayırmacılık giderek belirleyici hale gelmeye başlamıştır. Bu durum, araştırma görevliliği kadrolarına yönelik genel ilgisizlikle birleşince, ortaya, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere ve mesleki sorunlarına duyarsız, entelektüel ilgileri olmayan, bilimsel heyecan duygusuyla hiç tanışmamış, akademik kariyeri piyasada daha iyi bir iş bulabilmek için atlama tahtası olarak gören, işten atılma kaygısıyla pasif ve itaatkar olmayı seçen bir araştırma görevlisi tipolojisi çıkmıştır. Başka bir açıdan bakıldığında, araştırma görevlililerinin iş güvencesinin ortadan kalkmasıyla, bilimsel çalışmanın en önemli unsuru olan akademik özgürlük ipotek altına alınmıştır.
Üniversitelerde öğretim elemanı yetiştirme perspektifi ortadan kalkınca, doğal olarak yüksek lisans programlarında büyük bir kalite düşüşü yaşanmıştır. Üniversite öğretim üyelerinin, “çırak” yetiştirmenin yüklerinden kurtulmanın verdiği rahatlıkla, piyasanın talep ettiği ticari nitelikli araştırmalara ve danışmanlık vb. “dışarı”daki işlere giderek daha fazla mesai harcamaya başlaması, lisans ve lisansüstü eğitimin kalitesinde gözle görülür bir düşüş yaşanmasına neden olmuştur.
YÖK YASASI’NDA ÖĞRETİM ELEMANI YETİŞTİRME
YÖK yasasında “Öğretim Elemanı Yetiştirme” başlığı altında düzenlenen 35. maddede üniversitelerin öğretim elemanı yetiştirme işlevinden oldukça sınırlı bir bağlamda söz edilmektedir:
Yükseköğretim kurumları; kendilerinin ve yeni kurulmuş ve kurulacak diğer yükseköğretim kurumlarının ihtiyacı için yurt içinde ve dışında, kalkınma planı ilke ve hedeflerine ve Yükseköğretim Kurulunun belirteceği ihtiyaca ve esaslara göre öğretim elemanı yetiştirirler-Öğretim elemanı yetiştirilmesi amacıyla üniversitelerin araştırma görevlisi kadroları, araştırma veya doktora çalışmaları yaptırmak üzere başka bir üniversiteye, Yükseköğretim Kurulunca geçici olarak tahsis edilebilir-Bu şekilde doktora veya tıpta uzmanlık veya sanatta yeterlik payesi alanlar, bu eğitimin sonunda kadrolarıyla birlikte kendi üniversitelerine dönerler...
Görüldüğü gibi bu madde, esas itibariyle Anadolu kentlerinde yeni kurulan üniversiteleri ifade etmek için kullanılan “taşra üniversiteleri”nin öğretim elemanı ihtiyaçlarını karşılamak için metropol kentlerindeki geleneksel büyük üniversitelerde lisansüstü eğitim için geçici olarak görevlendirmelerini düzenlemeye yöneliktir. YÖK yasasında, bir bütün olarak üniversite sisteminin öğretim elemanı yetiştirme işlevini nasıl ve hangi esaslara göre yerine getireceğine ilişkin ayrıntılı bir düzenlemeye rastlamak mümkün değildir. Yasada, öğretim elemanı ihtiyacının karşılanması için ikili bir düzenleme öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Buna göre, metropol kentlerde toplanan “büyük” üniversitelerin öğretim elemanı gereksinimi, yurtdışında doktora yapanlardan karşılanırken, “taşra” üniversitelerine öğretim elemanı yetiştirme işlevi ise, söz konusu büyük üniversitelerce üstlenilecektir. YÖK, “büyük” üniversitelerin öğretim elemanı ihtiyacını karşılamak için bizzat sağladığı yurtdışı bursları ile yakın zaman kadar bu işe öncülük etmiştir. Ancak gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında öğretim elemanı yetiştirme politikası ciddi açmazlar içermektedir.
50/d maddesi ile YÖK, büyük üniversiteler için öğretim elemanı yetiştirme işini fiilen yurtdışı üniversitelere (başta ABD olmak üzere Anglo-Sakson ülkeleri) devretmiştir. Bu tercih, ülkemizde uygulanan iktisadi politikaların dayandığı ilkelerin simetriği olan bir anlayışa dayanmaktadır. Türkiye uluslararası iktisadi işbölümünde emek yoğun sektörlerde uzmanlaşmasına benzer bir şekilde, bilimsel açıdan da uluslararası bilimsel işbölümüne uygun bir üniversite politikasına sahiptir. Batılı ülkeler tarafından telkin edilen ve YÖK’ün sorgusuz sualsiz benimsediği uluslararası bilimsel işbölümüne göre, Türkiye gibi ülkelerde özgün bilimsel çalışmalar yapılması mümkün değildir. Bilim Batı’da üretilir. Batı dışında kalan ülkelerin üniversiteleri, Batı’da üretilen teorileri kendi ülkelerine uygulamakla yetinmelidir. Bu batı-merkezli anlayış, yurtdışında doktora yapan Türkiyeli öğrencilerin yaptıkları çalışmalarda da kendini göstermektedir. İstisnalar olmakla beraber, lisansüstü çalışmalarda, bu işbölümünün gereklerine uygun bir uzmanlaşma yaratılmıştır. Burada eleştirilen Batı üniversiteleri ile bilimsel işbirliği yapılması ya da yurtdışında doktora yaptırılması değil, bunun bir saplantı haline getirilmesi, uluslar arası bilimsel işbölümünün kayıtsız şartsız benimsenmesidir. Bilimin uluslararası etkileşime dayanması zorunluluğu, sözü edilen eşitsiz ve hiyerarşik bir işbölümünü kabul etmeyi gerektirmez. Kaldı ki, 70 yıllık bir üniversite geçmişine ve az çok kurumlaşmış bir genel eğitim sistemine sahip olan Türkiye’nin yetişmiş beyin gücü bakımından Batı ülkelerinden bir eksiği bulunmamaktadır.
YÖK’ün “taşra üniversiteleri”ne ilişkin öğretim elemanı yetiştirme politikası da ciddi açmazlar içermektedir. Siyasi ve “ekonomik” gerekçelerle1 ardı ardına plansız bir şekilde açılan taşra üniversitelerinin öğretim elemanı gereksinimi, belli sayıdaki büyük üniversitenin lisansüstü programları ile çözülmeye çalışılmaktadır. Oysa söz konusu büyük üniversiteler, kendi gereksinim duydukları öğretim elemanlarını yurtdışında yetiştirilenlerden karşıladıkları için, kurumsal açıdan öğretim elemanı yetiştirme perspektifinden uzaklaşmışlardır. Ayrıca, “taşra üniversiteleri”nin büyük üniversitelere lisansüstü çalışma yapmak üzere 35. madde çerçevesinde gönderdiği araştırma görevlileri adına büyük üniversitelere ödeme yapması, bazı büyük üniversitelerin bu araştırma görevlilerini gelir kaynağı olarak görmesine yol açmıştır. Sözgelimi, ODTÜ gibi büyük üniversitelerin uyguladıkları yığınsal öğretim elemanı yetiştirme programlarının kalitesi tartışmaya çok açıktır.
Türkiye üniversitelerinin bir diğer ayağı haline gelen özel üniversiteler ise, öğretim elemanı yetiştirmek şöyle dursun, kamu üniversitelerinde yetişmiş öğretim üyelerini kadrolarına katarak, bu üniversitelerdeki kan kaybını artıran bir rol oynamaktadırlar.
Sonuç olarak Türkiye üniversitelerinde öğretim elemanı yetiştirme sorununun çözümü için ilk elde, geçmişteki asistanlık kurumunun canlandırılması ve üniversite sisteminin geleceğini oluşturan asistanların başta maaşların düşüklüğü olmak üzere diğer bütün sorunlarının mercek altına alınması gerekmektedir. Öğretim elemanı yetiştirme sorunu salt teknik bir sorun değil, üniversite sisteminin ve ülkenin geleceği ile ilgili stratejik bir sorundur. Sorun, özünde bir tercih sorundur; Türkiye, bilimde ve teknolojide dünyanın önde gelen, saygın ülkelerinden birisi olmayı mı tercih edecektir, yoksa küreselci ideolojinin peşine takılarak, dünyaya ucuz ve niteliksiz işgücüne dayalı emtia ihraç eden ve yetişmiş beyinlerini gelişmiş ülkelere kaptıran azgelişmiş bir ülke olmayı mı? Şayet yanıt birincisi ise, öğretim elemanı yetiştirme işi, piyasanın görünmez eline bırakılmamalıdır.
* Bu yazı daha önce Bilim ve Gelecek dergisinin 17. sayısında (Temmuz 2005) yayımlanmıştır. ** Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü
mkaymak{@}hacettepe.edu.tr
Asistanlıktan Esnek Öğretim Elemanı Piyasasına*
Muammer Kaymak
Türkiye’de üniversite sorunu, son dönemde çeşitli vesilelerle alevlenen yoğun bir tartışmanın konusunu oluşturuyor. Geçmişte bu alanda yaşanan tartışmaların ana eksenini üniversite bileşenlerinin YÖK’ün varlığı ve uygulamalarına yönelik muhalefeti oluştururken, bugünkü tartışmalar, muktedirler arasındaki siyasi hesaplaşmanın platformu işlevi görüyor. Üniversite bileşenlerini dışlayan bu tartışmaların, üniversitenin geleceği açısından sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı biliyoruz. Bu nedenle, üniversitenin temel sorunlarını, mevcut tartışmaların dışına çıkarak, sorunun gerçek muhataplarının gözünden dile getirmeye devam etmek gerekiyor. Bu yazıda asistanların iş güvencesi sorunu etrafında, üniversite sistemimizdeki öğretim elemanı yetiştirmeye ilişkin problemleri ele almaya çalışacağım. YÖK sistemi içerisinde araştırma görevlisi olarak adlandırılan asistanların başta iş güvencesi olmak üzere sayısız sorunu var. Üstelik bu sorunlar özgül olarak asistanların sorunları değil, bir bütün olarak üniversite sisteminin sorunları. Öncelikle sorunu tanımlayalım. Asistan kimdir ve işlevi nedir? Bu sorunun yanıtını üniversite kurumunun tarihi evrimi içinde aramak gerekiyor.
Üniversite kurumunun kökeni, ortaçağ kiliselerine dayanmaktadır. Üniversite, bilim adamı yetiştirme yöntemi açısından ise ortaçağlarda zanaat üretiminin örgütlendiği lonca sisteminin kural ve ritüellerini benimsemiştir. Lonca sisteminde, belli bir zanaat dalında ustalığa terfi etme süreci sıkı bir biçimde denetlenen kurallara ve ritüellere tabidir. Mesleğe çırak alarak adım atan bir kişinin çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa terfi etmesi için söz konusu alanda yetkinleştiğini kanıtlayarak loncanın güvenini kazanması gerekir. Bunun için kendi zanaat dalında hünerini göstermesi ve önemli bir eser ortaya koyması beklenir. Lonca sisteminde, loncanın sürekliliğini sağlamak için, her çırak ve kalfanın, içinde yer aldığı zanaat dalının geleceğini oluşturduğu düşüncesi, yetişme ve yükselme yönteminin esasını oluşturur. Bu nedenle ilgili zanaat dalındaki her usta, çırakların yetişmesi sürecine yakından nezaret eder.
Lonca sisteminin hiyerarşik yapısına benzer bir biçimde örgütlenen üniversite kurumu, öğretim üyesi yetiştirmek için lonca sistemine benzer kurallar benimsemiş, bilimde çıraklık aşaması olan asistanlık kurumunu üniversitenin geleceği olarak algılayarak, asistanların, “hoca” olarak yetiştirilmesini temel işlevlerinden birisi olarak görmüştür. Sonuçta, asistanın, bilimsel gerekleri yerine getirdiği sürece üniversitenin bir parçası olmaya devam ettiği bir anlayış hakim olmuştur. Bunun günümüz dili açısından pratik anlamı ise, “iş güvencesi”ne sahip olmaktır.
Türkiye’de 19. yüzyılda şekillenen Kıta Avrupası üniversite anlayışı doğrultusunda oluşturulan üniversiter yapı, asistan yetiştirme anlayışı bakımından, 1980’lere kadar yukarıda anılan geleneksel modeli benimsemiştir. Bu modelde asistanlar, belli bir öğretim üyesine değil, kürsülere bağlı olarak çalışmakta ve asistanın yetişmesinden ilgili kürsüdeki bütün öğretim üyeleri sorumlu olmaktadır. Ancak 12 Eylül askeri darbesinden sonra oluşturulan YÖK sistemiyle birlikte, Amerikan üniversite modelinden esinlenen anlayış doğrultusunda, asistanlık kurumu ortadan kaldırılmış, yerine “araştırma görevliliği” adı altında yeni bir statü getirilmiştir.
2547 Sayılı YÖK yasasının 33. maddesinin a fıkrasında “Araştırma Görevlisi” şöyle tanımlanmaktadır: Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır-Bunlar ilgili anabilim veya anasanat dalı başkanlarının önerisi Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuvar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı ile araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süre ile atanırlar; atanma süresi sonunda görevlileri kendiliğinden sona erer.
Bu maddede tanımlanan “araştırma görevlisi” statüsü, görüleceği gibi, içeriği bakımından bilim adamı yetiştirme perspektifinden ziyade, üniversitenin araştırma inceleme işlevinde gerekli olan yardımcı eleman ve yarı-akademik idari işerini yürütecek nitelikli işgücü gereksinimine vurgu yapmaktadır. Ancak pratikte, söz konusu maddede tanımlanan görev için yasanın öngördüğü 3 yıllık süre için atanma kısıtı katı bir biçimde uygulanmamış, başka bir ad altında da olsa, iş güvencesi bakımından geçmişteki asistanlık kurumu yaşamaya devam etmiştir. Ancak YÖK, 1990’lı yılların sonlarında 33. madde çerçevesinde araştırma görevlisi alma uygulamasını terk ederek, araştırma görevlilerini 2547 sayılı yasanın “Lisansüstü Öğretim” başlığı altında düzenlenen 50/d maddesine göre istihdam etmeye başlamıştır. Bu maddeye göre;
Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilebilecek burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine de atanabilirler.
Asistan alımında 50/d maddesinin esas haline gelmesiyle, biçimsel olarak “araştırma görevlisi” tanımlamasından da vazgeçilmiş, yerine burslu lisansüstü öğrenci statüsü getirilmiştir. 50/d maddesi 33. maddeden farklı olarak iş güvencesini tümüyle ortadan kaldırmakta ve en önemlisi “asistanların” üniversitenin araştırma ve inceleme işlevlerinin bir parçası olması, lafta bile olsa, söz konusu olmaktan çıkmaktadır. Bu değişikliğin pratik sonucu ise, her ne kadar araştırma görevlisi olarak anılmaya devam etse de, bu kadroda istihdam edilen kişilerin üniversitenin geleceği olduğu düşüncesinin tümüyle ortadan kalkması ve araştırma görevlilerinin üniversitenin yarı akademik ve idari işlerini yerine getiren, geçici ara eleman olarak görülmesi fikrinin pekişmesidir.
YÖK’ün, 50/d maddesine göre araştırma görevlisi istihdam etme tercihi, düşünsel dayanağını neo-liberal ideolojiden ve 1960’lardan itibaren bu ideolojinin ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılanan Amerikan üniversite modelinden almaktadır.
ABD’nin öncülük ettiği üniversite anlayışı, bilim insanı istihdam koşulları bakımından neoliberalizmin iş güvencesinin verimliliği engellediği yönündeki ilkesinden hareket etmektedir. Neoliberal ideolojiye göre, iş güvencesi, işgücü piyasasında katılık yaratan ve işletmelerin verimli çalışmasını engelleyen bir uygulamadır. Üstelik, YÖK’ün de sorgulamadan benimsediği bu anlayış, üniversite eğitimi gibi kamusal niteliği açık olan bir alanın ticarileştirilmesini ve piyasa talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Bu çerçevede üniversiteyi bir işletme olarak algılamaktadır. Üstelik neoliberal üniversite anlayışı, bilim ve toplumsal sorumluluk arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmakta, azgelişmiş bir ülkede kalkınma ve toplumsal ilerleme için bir bilim politikası oluşturma zorunluluğunu görmezden gelmekte, bilimsel işbirliği yerine rekabeti esas alan bir üniversite modelini hakim kılmaya çalışmaktadır. YÖK’ün öğretim elemanı yetiştirme konusunda benimsediği uygulamanın kaynağında, söz konusu modelin sorgusuz sualsiz benimsenmesi yatmaktadır.
YÖK’ün model aldığı ABD üniversiteleri, son 50 yılda Avrupa üniversitelerinin sahip olduğu üstünlüğü ele geçirmiş, tüm dünyada lisanüstü eğitim için çekim merkezi haline gelmiştir. ABD üniversitelerinde lisansüstü eğitim alanların önemli bir bölümünün geleceğini üniversite dışındaki iş alanlarında araması ya da ülkelerine geri dönmesi, ABD üniversitelerinin oldukça geniş ve esnek bir biçimde istihdam edilebilecek bir “işgücü arzı” ile karşılaşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ABD üniversiteleri, “beyin göçü”nün sağladığı sınırsız olanaklarla öğretim elemanı yetiştirme kaygısından uzak bir şekilde, görev süresi ve görev alanı önceden tanımlanmış araştırma görevlisi istihdam etmektedir. Yani, YÖK’ün, araştırma görevlisi istihdam etme konusunda benimsediği yaklaşım, aynı zamanda oldukça özel şartların ürünü olan bir modele dayanmaktadır. Oysa, Türkiye, ABD üniversitelerinin sahip olduğu lükslere sahip değildir. Beyin göçü almak bir yana, beyin göçü veren bir ülkedir. Bu nedenle öğretim elemanı yetiştirmek için istihdam ettiği kişilere, iş güvencesinin yanı sıra kurumsal ve maddi özendiriciler sağlamak zorundadır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesine sahip olmaması ve üniversitede lisansüstü eğitimi süresince belli idari işleri yerine getiren, geçici ara elemanlar olarak görülmesi ve düşük ücret politikası, iyi yetişmiş yetenekli kişilerin üniversitede kalmak yerine geleceğini üniversite dışında ya da yurtdışındaki üniversitelerde aramasına yol açmaktadır.
Araştırma görevlisi istihdamında esas alınan 50/d maddesi, araştırma görevlisine üniversitenin geleceği olarak yaklaşan ve bu temelde araştırma görevlisinin yetiştirilmesi konusunda üniversiteye önemli sorumluluklar yükleyen geleneksel anlayışın ortadan kalkmasına neden olmuştur. Üniversitelerdeki öğretim üyelerinin, araştırma görevlilerine bakışı da, bu yeni anlayış doğrultusunda şekillenmiş, araştırma görevlilileri, sınav gözetmenliği ve öğrenci danışmanlığı yapan, ders ve sınav programlarını hazırlayan, sınav kağıdı okuyan, uygulama ve laboratuvar derslerine giren, hatta bölüm sekreterlerinin işlerini üstlenen geçici personel olarak görülmeye başlanmıştır.
50/d maddesinin getirdiği anlayış, öğretim üyelerinin “asistan” yetiştirme sorumluluğunu ortadan kaldırmış, dolayısıyla araştırma görevlisi alımında oldukça gevşek standartlar aranmaya başlanmıştır. Araştırma görevlisi alımında, kişisel patronaj ilişkileri, kayırmacılık giderek belirleyici hale gelmeye başlamıştır. Bu durum, araştırma görevliliği kadrolarına yönelik genel ilgisizlikle birleşince, ortaya, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere ve mesleki sorunlarına duyarsız, entelektüel ilgileri olmayan, bilimsel heyecan duygusuyla hiç tanışmamış, akademik kariyeri piyasada daha iyi bir iş bulabilmek için atlama tahtası olarak gören, işten atılma kaygısıyla pasif ve itaatkar olmayı seçen bir araştırma görevlisi tipolojisi çıkmıştır. Başka bir açıdan bakıldığında, araştırma görevlililerinin iş güvencesinin ortadan kalkmasıyla, bilimsel çalışmanın en önemli unsuru olan akademik özgürlük ipotek altına alınmıştır.
Üniversitelerde öğretim elemanı yetiştirme perspektifi ortadan kalkınca, doğal olarak yüksek lisans programlarında büyük bir kalite düşüşü yaşanmıştır. Üniversite öğretim üyelerinin, “çırak” yetiştirmenin yüklerinden kurtulmanın verdiği rahatlıkla, piyasanın talep ettiği ticari nitelikli araştırmalara ve danışmanlık vb. “dışarı”daki işlere giderek daha fazla mesai harcamaya başlaması, lisans ve lisansüstü eğitimin kalitesinde gözle görülür bir düşüş yaşanmasına neden olmuştur.
YÖK YASASI’NDA ÖĞRETİM ELEMANI YETİŞTİRME
YÖK yasasında “Öğretim Elemanı Yetiştirme” başlığı altında düzenlenen 35. maddede üniversitelerin öğretim elemanı yetiştirme işlevinden oldukça sınırlı bir bağlamda söz edilmektedir:
Yükseköğretim kurumları; kendilerinin ve yeni kurulmuş ve kurulacak diğer yükseköğretim kurumlarının ihtiyacı için yurt içinde ve dışında, kalkınma planı ilke ve hedeflerine ve Yükseköğretim Kurulunun belirteceği ihtiyaca ve esaslara göre öğretim elemanı yetiştirirler-Öğretim elemanı yetiştirilmesi amacıyla üniversitelerin araştırma görevlisi kadroları, araştırma veya doktora çalışmaları yaptırmak üzere başka bir üniversiteye, Yükseköğretim Kurulunca geçici olarak tahsis edilebilir-Bu şekilde doktora veya tıpta uzmanlık veya sanatta yeterlik payesi alanlar, bu eğitimin sonunda kadrolarıyla birlikte kendi üniversitelerine dönerler...
Görüldüğü gibi bu madde, esas itibariyle Anadolu kentlerinde yeni kurulan üniversiteleri ifade etmek için kullanılan “taşra üniversiteleri”nin öğretim elemanı ihtiyaçlarını karşılamak için metropol kentlerindeki geleneksel büyük üniversitelerde lisansüstü eğitim için geçici olarak görevlendirmelerini düzenlemeye yöneliktir. YÖK yasasında, bir bütün olarak üniversite sisteminin öğretim elemanı yetiştirme işlevini nasıl ve hangi esaslara göre yerine getireceğine ilişkin ayrıntılı bir düzenlemeye rastlamak mümkün değildir. Yasada, öğretim elemanı ihtiyacının karşılanması için ikili bir düzenleme öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Buna göre, metropol kentlerde toplanan “büyük” üniversitelerin öğretim elemanı gereksinimi, yurtdışında doktora yapanlardan karşılanırken, “taşra” üniversitelerine öğretim elemanı yetiştirme işlevi ise, söz konusu büyük üniversitelerce üstlenilecektir. YÖK, “büyük” üniversitelerin öğretim elemanı ihtiyacını karşılamak için bizzat sağladığı yurtdışı bursları ile yakın zaman kadar bu işe öncülük etmiştir. Ancak gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında öğretim elemanı yetiştirme politikası ciddi açmazlar içermektedir.
50/d maddesi ile YÖK, büyük üniversiteler için öğretim elemanı yetiştirme işini fiilen yurtdışı üniversitelere (başta ABD olmak üzere Anglo-Sakson ülkeleri) devretmiştir. Bu tercih, ülkemizde uygulanan iktisadi politikaların dayandığı ilkelerin simetriği olan bir anlayışa dayanmaktadır. Türkiye uluslararası iktisadi işbölümünde emek yoğun sektörlerde uzmanlaşmasına benzer bir şekilde, bilimsel açıdan da uluslararası bilimsel işbölümüne uygun bir üniversite politikasına sahiptir. Batılı ülkeler tarafından telkin edilen ve YÖK’ün sorgusuz sualsiz benimsediği uluslararası bilimsel işbölümüne göre, Türkiye gibi ülkelerde özgün bilimsel çalışmalar yapılması mümkün değildir. Bilim Batı’da üretilir. Batı dışında kalan ülkelerin üniversiteleri, Batı’da üretilen teorileri kendi ülkelerine uygulamakla yetinmelidir. Bu batı-merkezli anlayış, yurtdışında doktora yapan Türkiyeli öğrencilerin yaptıkları çalışmalarda da kendini göstermektedir. İstisnalar olmakla beraber, lisansüstü çalışmalarda, bu işbölümünün gereklerine uygun bir uzmanlaşma yaratılmıştır. Burada eleştirilen Batı üniversiteleri ile bilimsel işbirliği yapılması ya da yurtdışında doktora yaptırılması değil, bunun bir saplantı haline getirilmesi, uluslar arası bilimsel işbölümünün kayıtsız şartsız benimsenmesidir. Bilimin uluslararası etkileşime dayanması zorunluluğu, sözü edilen eşitsiz ve hiyerarşik bir işbölümünü kabul etmeyi gerektirmez. Kaldı ki, 70 yıllık bir üniversite geçmişine ve az çok kurumlaşmış bir genel eğitim sistemine sahip olan Türkiye’nin yetişmiş beyin gücü bakımından Batı ülkelerinden bir eksiği bulunmamaktadır.
YÖK’ün “taşra üniversiteleri”ne ilişkin öğretim elemanı yetiştirme politikası da ciddi açmazlar içermektedir. Siyasi ve “ekonomik” gerekçelerle1 ardı ardına plansız bir şekilde açılan taşra üniversitelerinin öğretim elemanı gereksinimi, belli sayıdaki büyük üniversitenin lisansüstü programları ile çözülmeye çalışılmaktadır. Oysa söz konusu büyük üniversiteler, kendi gereksinim duydukları öğretim elemanlarını yurtdışında yetiştirilenlerden karşıladıkları için, kurumsal açıdan öğretim elemanı yetiştirme perspektifinden uzaklaşmışlardır. Ayrıca, “taşra üniversiteleri”nin büyük üniversitelere lisansüstü çalışma yapmak üzere 35. madde çerçevesinde gönderdiği araştırma görevlileri adına büyük üniversitelere ödeme yapması, bazı büyük üniversitelerin bu araştırma görevlilerini gelir kaynağı olarak görmesine yol açmıştır. Sözgelimi, ODTÜ gibi büyük üniversitelerin uyguladıkları yığınsal öğretim elemanı yetiştirme programlarının kalitesi tartışmaya çok açıktır.
Türkiye üniversitelerinin bir diğer ayağı haline gelen özel üniversiteler ise, öğretim elemanı yetiştirmek şöyle dursun, kamu üniversitelerinde yetişmiş öğretim üyelerini kadrolarına katarak, bu üniversitelerdeki kan kaybını artıran bir rol oynamaktadırlar.
Sonuç olarak Türkiye üniversitelerinde öğretim elemanı yetiştirme sorununun çözümü için ilk elde, geçmişteki asistanlık kurumunun canlandırılması ve üniversite sisteminin geleceğini oluşturan asistanların başta maaşların düşüklüğü olmak üzere diğer bütün sorunlarının mercek altına alınması gerekmektedir. Öğretim elemanı yetiştirme sorunu salt teknik bir sorun değil, üniversite sisteminin ve ülkenin geleceği ile ilgili stratejik bir sorundur. Sorun, özünde bir tercih sorundur; Türkiye, bilimde ve teknolojide dünyanın önde gelen, saygın ülkelerinden birisi olmayı mı tercih edecektir, yoksa küreselci ideolojinin peşine takılarak, dünyaya ucuz ve niteliksiz işgücüne dayalı emtia ihraç eden ve yetişmiş beyinlerini gelişmiş ülkelere kaptıran azgelişmiş bir ülke olmayı mı? Şayet yanıt birincisi ise, öğretim elemanı yetiştirme işi, piyasanın görünmez eline bırakılmamalıdır.
* Bu yazı daha önce Bilim ve Gelecek dergisinin 17. sayısında (Temmuz 2005) yayımlanmıştır. ** Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü
mkaymak{@}hacettepe.edu.tr
0 yorum:
Yorum Gönder