Oğuz Oyan 29.07.2009 Dünya
“Üniversiteler gözbebeğimiz” deriz; yani en çok sakınıp koruduğumuz kurumlar olduğunu kastederiz. Acaba öyle mi? Üniversitelerin bilim üretmenin ve araştırma yapmanın zirvesi olarak değil de, sıradanlaşmanın, mesleki yüksek okullaştırmanın, ticarileşmenin, fiziki ve beşeri kapasitenin üstünde yeni öğrenci kontenjanları açmanın, şimdilerde de dincileşme ve tarikatlaşmanın yuvaları olarak geliştirildiği düşünülürse bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. İmam hatiplere katsayı uygulamazsanız, tüm liseleri imam hatipleştirmeye başlarsınız. Sorgulayıcı düşünceyi kapı dışarı ettiğiniz zaman, bilimi de dışarı atıyorsunuz demektir. Kuşku, sorgulama ve yaratıcılık yerine, iman, itaat ve ezberi geçirirsiniz. Bu durumda gidişat, ikili bir yapıya doğru olacaktır. Bir yanda bilimi esas alan sınırlı sayıda üniversite veya bunların bazı bölümleri; diğer yanda medreseleşen ve “suhte” lerine (medrese öğrencilerine) mesleki eğitim veren yüksek okullar… Bu gidişattan, bilim ve teknoloji temelli gelişmiş bir topluma geçiş yolu bulunmamaktadır. Böyle bir toplu durumda, adları “araştırma görevlisi” olan öğretim yardımcılarının sorunlarının ilgi çekmesi bile düşünülemez. Garip bir tecelli olarak, farklı dünya görüşünden gelenlerin, dün olduğu gibi bugün de, araştırma görevlilerinin eğreti statüde çalıştırılmalarını aynı iştahla savunuyor olmaları dikkate değer bir ilkesiz ittifaktır.
Önce konuyu açalım. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun iki ayrı maddesine göre araştırma görevlisi istihdam edilebilmektedir. Karışıklık ve eğretilik de burada başlamaktadır. Yasanın 33/a maddesi araştırma görevliliğine atanma usul ve süresi hakkında kurallara yer veren temel maddedir. Yasanın 50/d maddesinde ise, “lisans üstü öğretim yapan öğrenciler… her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine atanabilirler” denilerek, farklı bir yoldan araştırma görevliliği statüsüne geçici bir geçiş düzenlenmektedir. İstisnai olması gereken ikinci yol, YÖK’ün telkinleri, üniversitelerin genelde tercih etmeleri nedeniyle giderek aslî yol olmuştur. Bugün Türkiye genelinde altı bin kadar araştırma görevlisi 2547’nin 50/d maddesine göre eğreti konumda görev yapmaktadır. Atayanların amacı ve atamanın süresi bakımından aralarında farklılıklar olmakla birlikte, araştırma görevlisi olarak istihdam edilenlerin yaptıkları işin niteliği bakımından aralarında hiçbir farklılık bulunmamaktadır. 50. maddeye göre atanan lisansüstü öğrencisinin, sadece bu öğrenimi süresince atanmış olması ve üstelik her defasında bir yıl için atama işleminin yapılması nedeniyle, işin niteliğiyle bağdaşmayan bir eğretilik ve güvencesizlik söz konusudur. Ancak bu güvencesizlik ve geçicilik, üniversite/fakülte yöneticilerince, özellikle de tıp kökenli rektörlerce –ki çoğunluğu tıp kökenlidir- arzulanan bir özelliktir. Bu konuda geçmiş YÖK başkanları ve kurulları ile şimdikiler arasında herhangi bir zihniyet farkı da yoktur. Tek fark bugünkü YÖK’ün ve başkanının daha ileri giderek, 33. maddeye göre istihdam edilenleri dahi şimdi 50. maddeye geçirmenin hazırlıklarını yapıyor olmasıdır; böylece tüm araştırma görevlileri kadroları güvencesiz statüde birbirlerine eşitlenmiş olacaktır!
Oysa yapılması gereken bunun tam tersidir ve bu yolda bir kanun teklifi tarafımızca TBMM Başkanlığı’na bu ay sunulmuştur. Nitekim, araştırma görevlilerin Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası aracılığıyla 31.7.2008 günlü RG’de yayımlanarak yürürlüğe giren bir YÖK Yönetmeliği’ni Danıştay’a taşımaları ve Danıştay Sekizinci Daire’nin bu yönetmeliğin (7) ve (8). Maddelerinde “hukuka uyarlık görülmediğine” ilişkin oybirliğiyle aldığı karar da, bizim bu yönde bir yasa teklifi vermemizin haklılığını göstermektedir. Tıp kökenli rektörlerin geçici/eğreti araştırma görevlisi uygulamasına ilgisi belki anlaşılabilir: “Tıpta uzmanlık” gibi geçici ve her yıl onbinlerce tıp mezununun sınava katılımıyla yenilenerek işleyen bir usta-çırak ilişkisi için geçici araştırma görevliliğinin bir anlamı olabilir. Ancak sağlık bilimleri dışına çıkıldığında, araştırma görevliliğine talip olanların sayısında büyük bir yetersizlik söz konusu olmaktadır. Sosyal bilimlerde, edebiyat, fen, mühendislik bilimlerinde, güzel sanatlarda…bölümlerin yıllarca emek vererek yetiştirdikleri araştırma görevlilerinin, yüksek lisans veya doktoralarını tamamladıktan sonra kurumla ilişkilerinin kesilmek zorunda kalınması, sadece araştırma görevlileri açısından değil üniversiteler açısından da büyük bir kayıp anlamına gelmektedir. Ama işin gerçeği tıpçı olmayan yöneticiler bile, kolayca işine son verilebilir, dolayısıyla üzerinde daha kolay baskı kurulabilir bir araştırma görevlisi tipini tercih ettikleri için bu kesimler sahipsiz kalmaktadır.
Araştırma görevlileri bu uygulamalara karşı güçlerini birleştirmişler, 17 Nisan 2009 tarihinde 5 ayrı ilde 13 üniversitede eşanlı basın açıklamaları yaparak seslerini yükseltmişler ve hukuk mücadelesini başlatmışlardır. Şimdi bu nedenle de üzerlerinde baskı kurulmaya çalışılmaktadır. İstanbul Üniversitesi’nde altı araştırma görevlisi için açılan disiplin soruşturması, bize göre Başbakana onur doktorası verilmesinden daha fazla medyanın ilgisini haketmelidir.
“Üniversiteler gözbebeğimiz” deriz; yani en çok sakınıp koruduğumuz kurumlar olduğunu kastederiz. Acaba öyle mi? Üniversitelerin bilim üretmenin ve araştırma yapmanın zirvesi olarak değil de, sıradanlaşmanın, mesleki yüksek okullaştırmanın, ticarileşmenin, fiziki ve beşeri kapasitenin üstünde yeni öğrenci kontenjanları açmanın, şimdilerde de dincileşme ve tarikatlaşmanın yuvaları olarak geliştirildiği düşünülürse bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. İmam hatiplere katsayı uygulamazsanız, tüm liseleri imam hatipleştirmeye başlarsınız. Sorgulayıcı düşünceyi kapı dışarı ettiğiniz zaman, bilimi de dışarı atıyorsunuz demektir. Kuşku, sorgulama ve yaratıcılık yerine, iman, itaat ve ezberi geçirirsiniz. Bu durumda gidişat, ikili bir yapıya doğru olacaktır. Bir yanda bilimi esas alan sınırlı sayıda üniversite veya bunların bazı bölümleri; diğer yanda medreseleşen ve “suhte” lerine (medrese öğrencilerine) mesleki eğitim veren yüksek okullar… Bu gidişattan, bilim ve teknoloji temelli gelişmiş bir topluma geçiş yolu bulunmamaktadır. Böyle bir toplu durumda, adları “araştırma görevlisi” olan öğretim yardımcılarının sorunlarının ilgi çekmesi bile düşünülemez. Garip bir tecelli olarak, farklı dünya görüşünden gelenlerin, dün olduğu gibi bugün de, araştırma görevlilerinin eğreti statüde çalıştırılmalarını aynı iştahla savunuyor olmaları dikkate değer bir ilkesiz ittifaktır.
Önce konuyu açalım. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun iki ayrı maddesine göre araştırma görevlisi istihdam edilebilmektedir. Karışıklık ve eğretilik de burada başlamaktadır. Yasanın 33/a maddesi araştırma görevliliğine atanma usul ve süresi hakkında kurallara yer veren temel maddedir. Yasanın 50/d maddesinde ise, “lisans üstü öğretim yapan öğrenciler… her defasında bir yıl için olmak üzere öğretim yardımcılığı kadrolarından birine atanabilirler” denilerek, farklı bir yoldan araştırma görevliliği statüsüne geçici bir geçiş düzenlenmektedir. İstisnai olması gereken ikinci yol, YÖK’ün telkinleri, üniversitelerin genelde tercih etmeleri nedeniyle giderek aslî yol olmuştur. Bugün Türkiye genelinde altı bin kadar araştırma görevlisi 2547’nin 50/d maddesine göre eğreti konumda görev yapmaktadır. Atayanların amacı ve atamanın süresi bakımından aralarında farklılıklar olmakla birlikte, araştırma görevlisi olarak istihdam edilenlerin yaptıkları işin niteliği bakımından aralarında hiçbir farklılık bulunmamaktadır. 50. maddeye göre atanan lisansüstü öğrencisinin, sadece bu öğrenimi süresince atanmış olması ve üstelik her defasında bir yıl için atama işleminin yapılması nedeniyle, işin niteliğiyle bağdaşmayan bir eğretilik ve güvencesizlik söz konusudur. Ancak bu güvencesizlik ve geçicilik, üniversite/fakülte yöneticilerince, özellikle de tıp kökenli rektörlerce –ki çoğunluğu tıp kökenlidir- arzulanan bir özelliktir. Bu konuda geçmiş YÖK başkanları ve kurulları ile şimdikiler arasında herhangi bir zihniyet farkı da yoktur. Tek fark bugünkü YÖK’ün ve başkanının daha ileri giderek, 33. maddeye göre istihdam edilenleri dahi şimdi 50. maddeye geçirmenin hazırlıklarını yapıyor olmasıdır; böylece tüm araştırma görevlileri kadroları güvencesiz statüde birbirlerine eşitlenmiş olacaktır!
Oysa yapılması gereken bunun tam tersidir ve bu yolda bir kanun teklifi tarafımızca TBMM Başkanlığı’na bu ay sunulmuştur. Nitekim, araştırma görevlilerin Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası aracılığıyla 31.7.2008 günlü RG’de yayımlanarak yürürlüğe giren bir YÖK Yönetmeliği’ni Danıştay’a taşımaları ve Danıştay Sekizinci Daire’nin bu yönetmeliğin (7) ve (8). Maddelerinde “hukuka uyarlık görülmediğine” ilişkin oybirliğiyle aldığı karar da, bizim bu yönde bir yasa teklifi vermemizin haklılığını göstermektedir. Tıp kökenli rektörlerin geçici/eğreti araştırma görevlisi uygulamasına ilgisi belki anlaşılabilir: “Tıpta uzmanlık” gibi geçici ve her yıl onbinlerce tıp mezununun sınava katılımıyla yenilenerek işleyen bir usta-çırak ilişkisi için geçici araştırma görevliliğinin bir anlamı olabilir. Ancak sağlık bilimleri dışına çıkıldığında, araştırma görevliliğine talip olanların sayısında büyük bir yetersizlik söz konusu olmaktadır. Sosyal bilimlerde, edebiyat, fen, mühendislik bilimlerinde, güzel sanatlarda…bölümlerin yıllarca emek vererek yetiştirdikleri araştırma görevlilerinin, yüksek lisans veya doktoralarını tamamladıktan sonra kurumla ilişkilerinin kesilmek zorunda kalınması, sadece araştırma görevlileri açısından değil üniversiteler açısından da büyük bir kayıp anlamına gelmektedir. Ama işin gerçeği tıpçı olmayan yöneticiler bile, kolayca işine son verilebilir, dolayısıyla üzerinde daha kolay baskı kurulabilir bir araştırma görevlisi tipini tercih ettikleri için bu kesimler sahipsiz kalmaktadır.
Araştırma görevlileri bu uygulamalara karşı güçlerini birleştirmişler, 17 Nisan 2009 tarihinde 5 ayrı ilde 13 üniversitede eşanlı basın açıklamaları yaparak seslerini yükseltmişler ve hukuk mücadelesini başlatmışlardır. Şimdi bu nedenle de üzerlerinde baskı kurulmaya çalışılmaktadır. İstanbul Üniversitesi’nde altı araştırma görevlisi için açılan disiplin soruşturması, bize göre Başbakana onur doktorası verilmesinden daha fazla medyanın ilgisini haketmelidir.
0 yorum:
Yorum Gönder