Asistan Mücadelesi Nedir? Ne değildir?


23.04. 2009 evrensel
AYDIN ARI
Dokuz Eylül Üniv. İktisat Fakültesi Araştırma Gör.
“Bilim, itaatsiz olana ihtiyaç duyar.” T . Adorno
Aylardır -aslında yıllardır- Türkiye’nin gündemini meşgul ediyoruz. Radyolar, televizyonlar, gazeteler sanki ülkede başka sorun yokmuş gibi asistanların dertlerine, taleplerine, mücadelelerine en can alıcı haberlerin bile önünde yer veriyor, böylece bilgilenen kamuoyu da ne istediğimizi anlıyor ve destekliyor. Gülmeyin. Bu söylediklerim doğru değil, sadece aşağıda yazacaklarımın biz asistanları ne kadar meşgul ettiğinin abartılı bir tasviridir.
Değil mi ki Anglo-Amerikan tipi üniversitenin bir parçasıyız; o halde o kültürün yazı şeması uyarınca yazının meramını üç cümlede anlatarak giriş yapalım. Ne mi istiyoruz? Elbette her şeyi! Ne mi istemiyoruz? Hiçbir biçimde kendi çıkarımızı, özlük hakları denen hukuksal/konjonktürel düzenlemeleri! Kim miyiz? İleride çok daha fazlasını isteyecek olanlarız! Kim değiliz? Ne armudun sapıyız ne üzümün çöpü! Neyin mücadelesini veriyoruz? İcazetsiz, tahakkümsüz, bağımsız bir bilimsel ortamın ve kamusal eğitim hakkının! Neyin peşinde değiliz? Salt iş güvencemizin! Nasıl mı? Eh, bu biraz uzun işte.
Tıp fakültelerindeki asistan hekimleri de dahil edersek, yaklaşık 100 bin asistan çalışmaktadır bugün üniversitelerde. Aramızdan bazıları -itiraf ediyorum ben de dahilim onlara- 4-5 yıldır ortalığı karıştırıyor, sürekli bir şeylere itiraz ediyor, sorunsuz sürmekte olan “üniversite reformunu” aksatacak işler çeviriyorlar. Hiç unutmam, 2004 Ekim’inde bir gün rektörümüz bir genel akademik toplantıda “Hepinizi 50/d’ye geçiriyoruz, sizin iyiliğiniz için” dediydi. Hemen itiraz ettiydik, “Hocam nasıl iyilik? Doktora tezleri bitince işsiz kalırız!” “Ben varım ya çocuklar, güvenin bana.” Güvenmedik, dava açtık, kazandık. Güvenmemekte haklıymışız, bir seneye kalmadan içimizden birinin işine son verdiler doktorası bitince. (Geçerken not: Doktorayı bitirmek, beş kişilik bir jürinin doktorana “Bravo, son 5-6 yılda çok iyi çalışmışsın, önemli bir katkın olmuş” demesiyle mümkün olmaktadır.) Sebep ne miydi? Yanlış hatırlamıyorsam o arkadaşın kaşının üstünde gözü vardı! Yok, mahkemeye gitti, düzeltildi, gözünün üstünde kaşı olduğu ortaya çıktı. Rektörden de 1 lira tazminat kazandı.
Biz sadece bizim üniversitede böyle sanırdık. Meğer örgütlenmiş bu rektörler: Samsun, Malatya, vb. Oralardaki asistanlar da uyanmışlar meseleye. Ankara ve İstanbul’da da hareketlenmeler oldu. Doğal olarak biz de örgütlendik sanal/gerçek her alanda, başta da Eğitim Sen’de. Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere birçok üniversitenin asistanları olarak birçok ortamda bir araya geldik. En başta yazdığım soruların ve yanıtlarının peşine düştük.
Asistanların üniversite sisteminin asli unsuru olduğunu düzenleyen YÖK yasasının 33/a maddesinin nelere engel olduğunu keşfettik: Akademik işgücü piyasasının esnekleştirilmesi girişimi tam da o halkadan başlatılmak isteniyordu. Sayın rektörümüz, 2006’da üniversitemizin ev sahipliği yaptığı İktisat Kongresi’ndeki konuşmasında ülkemizi çöküşe götürecek olan neoliberal politikaları yerden yere vururken bunları kendi üniversitesinde hayata geçiriyordu. Bu politikaların temel bileşenlerinden ikisi meğer kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi imiş, hızlıca ve yaşayarak öğrendi birçoğumuz.
IMF’nin dayatmaları, yeni üniversiteler, kadro yetersizlikleri, TÜSİAD raporu, YÖK strateji planı, Bologna/AB kriterleri, küresel düzeyde kamusal eğitim ve sağlığın tasfiyesi adımları derken büyük resim kafamızda şekillendi. Asistanları burslu öğrenci statüsünde çalışmaya zorlamak, hiçbir biçimde bilimsel bilgi üretiminin çoğaltılmasına yönelik naif bir girişim değildi. Üniversite-sanayi işbirliğinden anlaşılan pazarlanabilir bilgi ve bilimci idi. Bilimsel bilgi ve kamusal eğitim metalaştırılmakta, üniversiteler şirketleştirilmekte, işin ironik yanı rektörler de CEO’laştırılmakta idi. Üniversitede istihdam rejiminin değişimi bu tablonun bir sonucu, asistanların iş güvencelerine saldırı bu değişimin ilk adımıydı. Milli Eğitim’de öğretmenlik çoktan sözleşmeli/güvencesiz olmuş, sağlıkta aile hekimleri kendi dükkanlarının peşin satan/veresiye satmayan patronları olmuş, üniversitelerde taşeronlaştırma çoktan yaygınlaşmıştı. Otoriter ve baskıcı yapısı ve zihniyetiyle tüm yükseköğretimi tahrip eden bir ilişkiler sisteminin toplamı olarak YÖK bu “üniversite reformunun” uygulayıcısı olarak biçilmez kaftandı.
Bu nedenlerle iş güvencesini salt kendimiz için istemiyoruz. İnsanca bir yaşamın ve akademik özgürlüğün vazgeçilmez koşulu olarak görüyor ve herkes için talep ediyoruz. Asistanların görev tanımları yasal ve fiili olarak belirsizdir; pek çok idari, akademik ve yarı akademik görevlerde aşırı ve ölçüsüz iş yükü altında ve suiistimale açık biçimde çalıştırılmakta; angaryaya varacak düzeyde özel işler için dahi kullanılmaktadırlar, dediğimizde aynı koşullara tabi tüm çalışanları, örneğin vakıf üniversitelerindeki asistan arkadaşlarımızı da düşünüyoruz. Kaçak işgücü olarak sigortasız çalıştırılan vakıf üniversiteleri çalışanlarının örgütlenme ve sendikal faaliyetleri önündeki hukuki ve fiili tüm engellerin kaldırılmasını savunurken ilköğretimden açık öğretime kadar tüm dershane ve özel okul emekçilerini de düşünüyoruz. Üniversitelerdeki taşeron firma işçilerine koşulsuz iş güvencesi, örgütlenme ve siyaset yapma hakkı talep ediyoruz.
Bilginin ürün ve teknolojiye dönüştürülmesinde, Ar-Ge ve patentleme sistemlerinde kamu yararının gözetilmesini; bireyci, rekabetçi bilgi üretimi yerine kolektif bilimsel üretimi; bilginin özel mülkiyeti yerine de kamusal mülkiyetini; öğrencilere eğitim ve araştırma gereçleri, barınma, beslenme ve ulaşımın parasız sağlanmasını savunuyoruz.
Günümüzde bilim dünyasında yaşanan ticarileşmenin geldiği boyut ve toplumsal sorumluluklarından sıyrılmış bilimcilerin, toplumun bilime güveninin sarsılmasına yol açtığını tespit ediyoruz. Buna karşın üniversitelerin ulusal ve uluslararası boyuttaki sosyal, ekonomik ve siyasal gelişmelere dair bilimsel bilgi üreterek bunu toplumla paylaşma, her türlü tahakkümden arınmış bir ortamda demokratik tartışma ortamı geliştirme ve bundan toplumun ve öğrencilerin etkilenmesini sağlama görevlerini unutturmamaya; toplumun kendisini anlama şekli, kültürel anlayışların korunması ve dönüştürülmesi, toplumsal düşünün etkilenmesi sorumluluğunu üstlenmeye çalışıyoruz.
Üniversitenin; “güvenlik kaygıları” bahane edilerek kurgulanan kısıtlayıcı/gözetleyici fiziksel mekanları, zihniyeti, hatta kent dışındaki konumları ile halka kapalı/uzak, öğrenci ve öğretim elemanını izole eden steril yerler haline gelmesine itiraz ederek kameraların, turnikelerin, tel örgülerin ve demir parmaklıkların sökülmesini talep ediyoruz.
Üniversitelerde taşeronlara devredilen hizmetlerin yeniden devlet tarafından verilmesini istiyoruz. Tüm vakıf üniversitelerinin kamulaştırılmasını talep ediyoruz.
Üniversitenin, piyasanın ihtiyacı olan bilgi ve elemanı üretmek yerine, evrensel kültürün ve eleştirel aklın verildiği bir kurum olmasını istiyoruz. Daha başka şeyler de isteyeceğiz!

0 yorum:

Yorum Gönder