Üniversitelerini terk etmediler!


07/03/2009 evrensel
SİNAN ALÇIN

Üniversitelerin ve dolayısıyla bilimsel üretimin itici gücünü oluşturan asistanlar, son süreçte işten atmalarla karşı karşıya. Yüksek Öğretim Kanunu’na göre asistanlar iki tip kadro ile (33a ve 50d) ile çalışmaktalar. 33a kadrosu “fakülte kadrosu” olarak bilinmekte ve görece güvenceli kabul edilmektedir. 50d kadrosu ise “sözleşmeli çalışma” esasına dayanıp “enstitü kadrosu” olarak adlandırılmaktadır. 50d kadrosunun özelliği, enstitü ile bağlantısı kesilen yani hali hazırda devam ettiği lisansüstü eğitimini tamamlayan asistanların sözleşmelerinin sona eriyor olmasıdır. 50d kadrosu geçmişte pek fazla başvurulan bir madde değil iken, son 5-6 yıl içerisinde ülke genelinde üniversitelerde, neredeyse yeni sözleşmelerin tamamı bu maddeye göre yapıldı. Kısmi güvencesizlik yaratan bu durum, genellikle lisansüstü eğitiminin sonuna yaklaşan asistanın 33a kadrosuna geçirilerek hizmet akdinin ve dolayısıyla üniversite içerisindeki çalışmalarının devam etmesi ile aşılıyordu. Ancak, son süreçte YÖK, yayınladığı genelgelerle, 50d kadrolarının uzatılmasını ve 33a kadrosuna geçişi engelliyor. Bunun yanında, yükseköğretim kanununda gerçekleştirilen değişlikle, üniversitelere araştırma görevlisi (asistan) ve öğretim görevlisi alımı merkezileştirildi. Bu merkezileştirme çabası elbette üniversitelerdeki liyakat sistemini paramparça etmektedir. Üniversitede bilimsel üretim faaliyeti içerisinde yer almak isteyen akademisyen ile örneğin Şap Enstitüsü Kurumunda işe girecek memurun seçilme kriteri ortaklaştırılıyor. Hatta fazla iyimser oldu bu örnek. Durum tam olarak şöyle; Şap Enstitüsü Kurumunda işe başvuran aday, KPSS’nin ilgili puan türünden yeterli koşulu sağladıktan sonra belirleyici nitelikte mülakat sistemine tabi tutulmakta ancak, üniversiteye asistan veya öğretim görevlisi olarak başvuran aday ALES ve ÜDS puanlarını sağladıktan sonra sıralamadaki yerini muhtemelen hiç etkilemeyecek bir mülakata tabi tutulmaktadır. Bunun anlamı şudur; bu ülkede üniversiter özerklik sona ermiştir. Bu sonun yavaş yavaş ortaya çıkmasında “ama beni ilgilendirmez, benim akademik ünvanım başka” diyen gelmiş geçmiş tüm “sırça köşk akademisyenlerinin” unutulmaz katkıları olmuştur. Özellikle YÖK’ün kuruluşu ile beraber, birden değil ağır ağır, topluca değil parça parça işletilen bilimsel alanın sermaye hizmetine sunulma süreci, üniversite bileşenlerinin katı hiyerarşik ve korumacı yaklaşımlarının bir sonucu olarak başarıya ulaştı ve ulaşıyor.
İstanbul Üniversitesinde Perşembe günü ve gecesinden Cuma sabahına kadar devam eden “terk etmeme eylemi” üniversite bileşenlerinin bir arada durmaları ve ortak hareket etmelerinin temel sosyal, ekonomik hakların korunması ve dahası bilimsel özerkliğin sağlanmasının yegâne koşulu olduğunu gösterdi. Her ne kadar burjuva basını bu önemli bir arada duruş karşısında üç maymunu oynasa da 400’ü aşkın öğretim elemanının; hocasıyla, asistanıyla gerçekleştirdikleri eylem, ortak sorun ve ortak çözümü paylaştıklarını hatırlattı.
Bugünkü yakıcı sorun, 50d kadrosuyla çalışan ve lisansüstü eğitimlerini tamamladıkları için işten atılan veya atılmak üzere olan asistanlar ile ilgilidir. Ancak, esas sorun; bir bütün olarak üniversitelerin ve dolayısıyla bilim alanının ablukaya alınma çabasıdır.
Bugün, ülkenin içinden geçtiği ekonomik, sosyal ve siyasal karanlığın çıkışı bilimin aydınlığında saklıdır. Sahip çıkılmadıkça sönükleşen aydınlığında...

0 yorum:

Yorum Gönder