03/03/2009 08:00 soL
2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine tabi olan üniversite araştırma görevlileri, bir süredir doktora çalışmalarını tamamlar tamamlamaz işlerini kaybetmektedir. 50/d maddesine göre çalışan araştırma görevlileri bir araya gelerek, durumlarını kamuoyuna duyurmayı ve iş güvencelerini tekrar elde etmeyi amaçlamaktadır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesini elde etme çabası bugüne kadar üniversite içinde ve üniversite dışında yeterince destek bulmamıştır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesi mücadelesinin destek bulmaması iki yönden son derece vahimdir. Birincisi, salt bir iş güvencesi olarak bakıldığında araştırma görevlilerinin örgütlü olduğu sendikaların kendi üyelerinin iş güvencesini dahi savunmaktan aciz olmasıdır. Araştırma görevlileri 50/d maddesi yüzünden birer birer işlerinden olurken, sendikalar göstermelik birkaç dava açmanın ötesinde mücadele adına hiçbir şey yapmamaktadır. Bu, eğitim alanında örgütlü sendikaların tümünün sendikal faaliyetlerinin sorgulanmasını gerektirecek kadar vahim bir durumdur (maalesef Eğitim Sen de bu konuda sorgulanması gereken sendikalar içerisindedir). Konunun vahim olan diğer bir tarafı, 50/d konusunda üniversite içerisindeki sessizliktir. YÖK düzeninin yarattığı hiyerarşi ve korku ortamı, “bilim insanı” sıfatı taşıyan ve toplumun “aydın” kesimini oluşturduğu varsayılanların “bana dokunmayan bin yaşasın” düşüncesine saplanıp kaldıklarını göstermektedir. Çok küçük bir kesim dışında iş güvencesi arayan araştırma görevlileri üniversite içerisinde de yalnızdır. Oysa, 50/d sorunu sadece bu maddeye göre çalışan üç beş bin kişinin istihdam sorunu olmasının çok ötesinde üniversitede uygulanmaya hazırlanan esnek çalışma modelinin en önemli adımıdır. 2006 yılında hazırlanan YÖK Strateji Raporu ile TÜSİAD tarafından hazırlanarak 2008 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar Ve Fırsatlar” başlıklı raporlar üniversitede nasıl bir istihdam modeli yarılmak istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin, 2006 tarihli YÖK Strateji Raporunda “…garantili maaş sistemi yerine, tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının düşünülebileceği…” belirtilirken; 2008 tarihli TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, “mevcut ortamda, yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir etmen…” olarak görülmektedir. Bu raporda da çözüm olarak üniversite sanayi işbirliği içerisinde gerçekleştirilecek projelere bağlı bir performans değerlendirme sistemi önerilmektedir.
1 Mart tarihinde Abbas Güçlü Milliyet Gazetesindeki köşesinde 50/d konusunu ele aldığı yazısında Drexel Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin Türk Dekanı Selçuk Güçeri’nin ağzından ABD’de uygulanan sistemi aynen şu şekilde aktarıyor: “Amerikan üniversitelerinin genelinde maaşlar 9 ay üzerinden hesaplanır. Kiminde 9 ay maaş verilir kiminde de 9 aylık maaş 12’ye bölünerek verilir. Tercih edilen de budur. Çünkü ek kazanç yaratamayanların mağduriyeti söz konusu oluyor. Hocalar, 9 ayın dışında kalan üç ayda ise maaşlarını, yürüttükleri projeden alır. Projesi olmayan maaş alamaz. Dolayısıyla bu sistem herkesi üretmeye teşvik ediyor. Kadrolar da önce geçici, sonra kalıcıdır. Maaşta da, sürekli kadroya alınmada da performans çok önemlidir. Ayrıca tek tip maaş yoktur. Üniversiteye kazandırdığı oranda, kendileri de kazanırlar...” Sözde 50/d’li araştırma görevlilerinin sorunlarını gündeme getiren Güçlü, Dekan’ın sözleri üzerine her zamanki gibi “ABD’de olanın vardır hikmeti” diyerek ve performansa dayalı sistemi savunarak yazısını bitirmiştir.
Üniversitelerde neoliberal dönüşümü hedefleyen Bologna Süreci ve Lizbon Bildirgesi’ni temel alan YÖK’ün ve TÜSAİD’ın raporlarında amaçlanan ABD’de uygulanmakta olan sistemle bütünüyle paraleldir. Yani, istihdam ve ücret tehdidi ile üniversite ve bilimi bütünüyle sermayeye hizmet eder hale getirmek hedeflenmektedir. Bu bağlamda, bugün 50/d konusunda sessiz kalan akademisyenler hangi statüde olurlarsa olsunlar çok kısa zamanda benzer bir tehditle karşı karşıya kalacaklardır. Öte yandan, getirilmek istenen bu yapı içerisinde üniversite ve bilim toplumdan kopacak, bütünüyle sistemin ve sermayenin hizmetine girecektir.
Sözün özü: 50/d’li araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu tüm üniversite bileşenlerinin ve toplumun sorunudur. Burada atılacak bir geri adım üniversiteyi çok daha büyük bir hızla toplumdan uzaklaştıracaktır. Bu nedenle tüm üniversite bileşenleri ile birlikte sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de 50/d mücadelesine destek vermesi gerekir.
2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine tabi olan üniversite araştırma görevlileri, bir süredir doktora çalışmalarını tamamlar tamamlamaz işlerini kaybetmektedir. 50/d maddesine göre çalışan araştırma görevlileri bir araya gelerek, durumlarını kamuoyuna duyurmayı ve iş güvencelerini tekrar elde etmeyi amaçlamaktadır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesini elde etme çabası bugüne kadar üniversite içinde ve üniversite dışında yeterince destek bulmamıştır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesi mücadelesinin destek bulmaması iki yönden son derece vahimdir. Birincisi, salt bir iş güvencesi olarak bakıldığında araştırma görevlilerinin örgütlü olduğu sendikaların kendi üyelerinin iş güvencesini dahi savunmaktan aciz olmasıdır. Araştırma görevlileri 50/d maddesi yüzünden birer birer işlerinden olurken, sendikalar göstermelik birkaç dava açmanın ötesinde mücadele adına hiçbir şey yapmamaktadır. Bu, eğitim alanında örgütlü sendikaların tümünün sendikal faaliyetlerinin sorgulanmasını gerektirecek kadar vahim bir durumdur (maalesef Eğitim Sen de bu konuda sorgulanması gereken sendikalar içerisindedir). Konunun vahim olan diğer bir tarafı, 50/d konusunda üniversite içerisindeki sessizliktir. YÖK düzeninin yarattığı hiyerarşi ve korku ortamı, “bilim insanı” sıfatı taşıyan ve toplumun “aydın” kesimini oluşturduğu varsayılanların “bana dokunmayan bin yaşasın” düşüncesine saplanıp kaldıklarını göstermektedir. Çok küçük bir kesim dışında iş güvencesi arayan araştırma görevlileri üniversite içerisinde de yalnızdır. Oysa, 50/d sorunu sadece bu maddeye göre çalışan üç beş bin kişinin istihdam sorunu olmasının çok ötesinde üniversitede uygulanmaya hazırlanan esnek çalışma modelinin en önemli adımıdır. 2006 yılında hazırlanan YÖK Strateji Raporu ile TÜSİAD tarafından hazırlanarak 2008 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar Ve Fırsatlar” başlıklı raporlar üniversitede nasıl bir istihdam modeli yarılmak istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin, 2006 tarihli YÖK Strateji Raporunda “…garantili maaş sistemi yerine, tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının düşünülebileceği…” belirtilirken; 2008 tarihli TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, “mevcut ortamda, yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir etmen…” olarak görülmektedir. Bu raporda da çözüm olarak üniversite sanayi işbirliği içerisinde gerçekleştirilecek projelere bağlı bir performans değerlendirme sistemi önerilmektedir.
1 Mart tarihinde Abbas Güçlü Milliyet Gazetesindeki köşesinde 50/d konusunu ele aldığı yazısında Drexel Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin Türk Dekanı Selçuk Güçeri’nin ağzından ABD’de uygulanan sistemi aynen şu şekilde aktarıyor: “Amerikan üniversitelerinin genelinde maaşlar 9 ay üzerinden hesaplanır. Kiminde 9 ay maaş verilir kiminde de 9 aylık maaş 12’ye bölünerek verilir. Tercih edilen de budur. Çünkü ek kazanç yaratamayanların mağduriyeti söz konusu oluyor. Hocalar, 9 ayın dışında kalan üç ayda ise maaşlarını, yürüttükleri projeden alır. Projesi olmayan maaş alamaz. Dolayısıyla bu sistem herkesi üretmeye teşvik ediyor. Kadrolar da önce geçici, sonra kalıcıdır. Maaşta da, sürekli kadroya alınmada da performans çok önemlidir. Ayrıca tek tip maaş yoktur. Üniversiteye kazandırdığı oranda, kendileri de kazanırlar...” Sözde 50/d’li araştırma görevlilerinin sorunlarını gündeme getiren Güçlü, Dekan’ın sözleri üzerine her zamanki gibi “ABD’de olanın vardır hikmeti” diyerek ve performansa dayalı sistemi savunarak yazısını bitirmiştir.
Üniversitelerde neoliberal dönüşümü hedefleyen Bologna Süreci ve Lizbon Bildirgesi’ni temel alan YÖK’ün ve TÜSAİD’ın raporlarında amaçlanan ABD’de uygulanmakta olan sistemle bütünüyle paraleldir. Yani, istihdam ve ücret tehdidi ile üniversite ve bilimi bütünüyle sermayeye hizmet eder hale getirmek hedeflenmektedir. Bu bağlamda, bugün 50/d konusunda sessiz kalan akademisyenler hangi statüde olurlarsa olsunlar çok kısa zamanda benzer bir tehditle karşı karşıya kalacaklardır. Öte yandan, getirilmek istenen bu yapı içerisinde üniversite ve bilim toplumdan kopacak, bütünüyle sistemin ve sermayenin hizmetine girecektir.
Sözün özü: 50/d’li araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu tüm üniversite bileşenlerinin ve toplumun sorunudur. Burada atılacak bir geri adım üniversiteyi çok daha büyük bir hızla toplumdan uzaklaştıracaktır. Bu nedenle tüm üniversite bileşenleri ile birlikte sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de 50/d mücadelesine destek vermesi gerekir.
1 yorum:
katılıyorum, katılmamakla kalmıyorum destekliyorum da...
Yorum Gönder