Yavuz Yıldırım
22 Şubat 2009 Radikal İki
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) son 6 ay içinde aldığı iki kararla, üniversitedeki istihdam düzenini ve akademinin işleyişini derinden etkileyecek adımlar attı. Kurul’un 31 Temmuz ve 26 Kasım tarihli yönetmelikleri ile, üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu tarihe karışmak üzere… Memleket sathında “serbestleşme” ve “özgürlük” savunucularının bireyleri sadece piyasa oyuncusu olarak görmesinin net bir sonucu, akademiyi piyasanın bir alt dalı haline getirmekte.
İlk olarak İstanbul Üniversitesi’nde hayata geçirilen ancak dalga dalga tüm üniversitelere yayılan kararla, araştırma görevlilerinin zaten muğlak olan durumları tam anlamıyla ortadan kaldırılıyor. Sorun asıl olarak, işletme mantığının devletin her alanına yerleşmesi ve istihdam politikalarının değişmesiyle ilgili. Doktorasını tamamlayan araştırma görevlilerinin üniversiteden atılması şeklinde özetlenebilecek olan durum, uzun vadede bütün üniversite rejimini köklü biçimde değiştirecek ve üniversitelerin akademik insan yetiştirme gelenekleri son bulacak.
Teknik ve hukuki analizi başlı başına bir yazı konusu olsa da bu YÖK kararlarının detaylarına genel hatlarıyla değinelim: 31 Temmuz 2008 tarihli karar, “Öğretim Üyesi Dışındaki Öğretim Elemanı Kadrolarına Naklen veya Açıktan Yapılacak Atamalarda Uygulanacak Merkezi Sınav ile Giriş Sınavlarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” adını taşıyor. Yönetmeliğe göre, araştırma görevlisi alacak bölümler “müracaat eden adaylar arasından ilan edilen kadro sayısının dört katına kadar adayı, ALES puanının %60’ını ve yabancı dil puanının %40’ını; meslek yüksekokullarına müracaatlarda ise ALES puanının %70’ini ve lisans mezuniyet notunun %30’unu dikkate alarak belirler ve kurumun web sitesinde ilan eder.” Ardından yapılacak sınav, sadece sözlüdür. Dahası, üniversitelerin ilgili bölümleri, araştırma görevlisi alımlarında sadece yüzde 15’ine etki edebilirler. Diğer ağırlıklar, ALES yüzde 55, lisans ortalaması yüzde 15, yabancı dil ortalaması yüzde 15 olarak dağılıyor. Bu şu anlama geliyor: Akademik yetkinlikle uzaktan yakından ilişkisi olmayan, sadece zamanla yarışılan bir sınavda alınan skor, akademik hayatın başlaması için yeterli bir kriterdir. Diğer bir deyişle, sadece sayısal üstünlüğe sahip olduğu için, bölümler iş arkadaşı-çalışma ortağı seçerken, hiç tanımadığı kişileri bünyelerine katacaklar.
Aslında amaç, süreci teknikleştirerek, “kişisel müdahalelerin” yani bildiğimiz anlamda “torpil”in önüne geçmek. Ancak akademik kariyerin, diğer istihdam biçimlerinden kimi yönleriyle ayrılıyor. Öğrenci-hoca arasındaki usta-çırak ilişkisinin, bölümlerin yükseklisans ve doktora derslerinde verdiği geleneğin, birkaç saatlik bir sınavın skorundan çok daha fazla anlam taşıyacağı aşikardır.
Bu konunun sadece bir boyutu. Asıl kritik nokta, araştırma görevlilerinin, 50/d maddesiyle istihdamında düğümleniyor ki bu durum, doktora bitimine kadar-geçici süreyle istihdama denk geliyor. Diğer bir deyişle, doktorasını başarıyla tamamlayan bir asistan, işsiz bırakılarak ödüllendiriliyor! Bu konuya, Radikal İki’nin 13 Ocak 2008 tarihli sayısındaki yazımda değinmiştim. Bir nevi “burslu öğrenci” ya da “sözleşmeli personel” konumuyla işe alınan araştırma görevlileri, akademik olgunluğa erişmelerinin karşılığını, yeni çalışmalar yapmak yerine, işsizler ordusuna katılarak alıyor. Ankara Üniversitesi’nin eski bir rektörünün dile getirdiği gibi, işten atılan asistanlara, “ticarete atılmaları” öneriliyor.
Buna ek olarak, 26 Kasım 2008’de çıkan diğer bir yönetmelik ise, sokağı tam olarak çıkmaz hale getiriyor. Karar, 50/d’ye göre işe alınan asistanların, daimi kadro olan 33.maddeye geçişinin önünü tıkıyor. Bu tür geçişlerin, yeniden sınava girme anlamına gelen “açıktan atama” yoluyla yapılması gerektiği vurgulanıyor. Diğer bir deyişle, araştırma görevlisi kadrosundan doktor veya yardımcı doçent kadrosuna geçiş için, önce kişinin istifa etmesi ya da görevden alınması/atılması, sonra yeniden bölümünün açacağı sınava, yeni kriterler göz önüne alınarak girmesi gerekiyor. Tabii ki kadro ilanları üniversitelerden alınarak YÖK’e bağlanıyor ve açılan kadrolar, doktorasını bitiren asistanların sayısından çok daha az oluyor. Esasında 50/d maddesi bir norm değil, istisna olarak sisteme eklenmişti. Kısaca, gerektiğinde geçici süreli asistan istihdamı için yaratılmış ama akademinin özünde olmayan bir uygulamaydı. Ancak şimdi istisna, kural haline gelirken, sürekli bir olağanüstülük de hayatlarımızın içine zerk edliyor.
İstanbul Üniversiteli asistanlar, www.anti50d.com adresli sitelerinde yaptıkları açıklamada, konuyu çok manidar biçimde özetlemiş: “Dosya Değil Hayatız.” İnsan hayatını teknik süreçlere indirerek anlamsızlaştırmak çok basit gerçekten. Sadece sayılar ve istatistikler içinde algılanan bir dünya düzeninde, akademi-gelenek-liyakat-birikim çok da anlam ifade eden kelimler olmaktan çıkıyor. Konunun, çok daha detaylı ele alınmayı hak ediyor, çünkü girişte belirttiğimiz gibi uzun vadede üniversite rejimi ve işleyişi köklü biçimde değişecek ve artık akademik gelenekten bahsetmek mümkün olmayacak. Bilimle uğraşmaları, bilgi üretip analiz yapmaları beklenen akademisyenlerden ani bir şekilde, birbiriyle rekabet eden homo economicus’lar olarak görülmeleri, sadece sektörel bir etki değil toplumsal ve siyasi sonuçlar da yaratacaktır kuşkusuz. Kurucu moment, toplumsal yarar-bilimsel düşünceden, kişisel yarar-pragmatik yaklaşım ve dahi çıkar savaşımına indirgenince, yaşadığımız düzenin nasıl bir hale dönüştüğü daha büyük bir soru olarak önümüzde duruyor. Bu soruya dair cevabı, her bir üniversitede güçlü bir biçimde vermek için harekete geçmek gerekiyor.
Ankara Üni. SBF.- yavuz.yildirim@politics.ankara.edu.tr
22 Şubat 2009 Radikal İki
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) son 6 ay içinde aldığı iki kararla, üniversitedeki istihdam düzenini ve akademinin işleyişini derinden etkileyecek adımlar attı. Kurul’un 31 Temmuz ve 26 Kasım tarihli yönetmelikleri ile, üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu tarihe karışmak üzere… Memleket sathında “serbestleşme” ve “özgürlük” savunucularının bireyleri sadece piyasa oyuncusu olarak görmesinin net bir sonucu, akademiyi piyasanın bir alt dalı haline getirmekte.
İlk olarak İstanbul Üniversitesi’nde hayata geçirilen ancak dalga dalga tüm üniversitelere yayılan kararla, araştırma görevlilerinin zaten muğlak olan durumları tam anlamıyla ortadan kaldırılıyor. Sorun asıl olarak, işletme mantığının devletin her alanına yerleşmesi ve istihdam politikalarının değişmesiyle ilgili. Doktorasını tamamlayan araştırma görevlilerinin üniversiteden atılması şeklinde özetlenebilecek olan durum, uzun vadede bütün üniversite rejimini köklü biçimde değiştirecek ve üniversitelerin akademik insan yetiştirme gelenekleri son bulacak.
Teknik ve hukuki analizi başlı başına bir yazı konusu olsa da bu YÖK kararlarının detaylarına genel hatlarıyla değinelim: 31 Temmuz 2008 tarihli karar, “Öğretim Üyesi Dışındaki Öğretim Elemanı Kadrolarına Naklen veya Açıktan Yapılacak Atamalarda Uygulanacak Merkezi Sınav ile Giriş Sınavlarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” adını taşıyor. Yönetmeliğe göre, araştırma görevlisi alacak bölümler “müracaat eden adaylar arasından ilan edilen kadro sayısının dört katına kadar adayı, ALES puanının %60’ını ve yabancı dil puanının %40’ını; meslek yüksekokullarına müracaatlarda ise ALES puanının %70’ini ve lisans mezuniyet notunun %30’unu dikkate alarak belirler ve kurumun web sitesinde ilan eder.” Ardından yapılacak sınav, sadece sözlüdür. Dahası, üniversitelerin ilgili bölümleri, araştırma görevlisi alımlarında sadece yüzde 15’ine etki edebilirler. Diğer ağırlıklar, ALES yüzde 55, lisans ortalaması yüzde 15, yabancı dil ortalaması yüzde 15 olarak dağılıyor. Bu şu anlama geliyor: Akademik yetkinlikle uzaktan yakından ilişkisi olmayan, sadece zamanla yarışılan bir sınavda alınan skor, akademik hayatın başlaması için yeterli bir kriterdir. Diğer bir deyişle, sadece sayısal üstünlüğe sahip olduğu için, bölümler iş arkadaşı-çalışma ortağı seçerken, hiç tanımadığı kişileri bünyelerine katacaklar.
Aslında amaç, süreci teknikleştirerek, “kişisel müdahalelerin” yani bildiğimiz anlamda “torpil”in önüne geçmek. Ancak akademik kariyerin, diğer istihdam biçimlerinden kimi yönleriyle ayrılıyor. Öğrenci-hoca arasındaki usta-çırak ilişkisinin, bölümlerin yükseklisans ve doktora derslerinde verdiği geleneğin, birkaç saatlik bir sınavın skorundan çok daha fazla anlam taşıyacağı aşikardır.
Bu konunun sadece bir boyutu. Asıl kritik nokta, araştırma görevlilerinin, 50/d maddesiyle istihdamında düğümleniyor ki bu durum, doktora bitimine kadar-geçici süreyle istihdama denk geliyor. Diğer bir deyişle, doktorasını başarıyla tamamlayan bir asistan, işsiz bırakılarak ödüllendiriliyor! Bu konuya, Radikal İki’nin 13 Ocak 2008 tarihli sayısındaki yazımda değinmiştim. Bir nevi “burslu öğrenci” ya da “sözleşmeli personel” konumuyla işe alınan araştırma görevlileri, akademik olgunluğa erişmelerinin karşılığını, yeni çalışmalar yapmak yerine, işsizler ordusuna katılarak alıyor. Ankara Üniversitesi’nin eski bir rektörünün dile getirdiği gibi, işten atılan asistanlara, “ticarete atılmaları” öneriliyor.
Buna ek olarak, 26 Kasım 2008’de çıkan diğer bir yönetmelik ise, sokağı tam olarak çıkmaz hale getiriyor. Karar, 50/d’ye göre işe alınan asistanların, daimi kadro olan 33.maddeye geçişinin önünü tıkıyor. Bu tür geçişlerin, yeniden sınava girme anlamına gelen “açıktan atama” yoluyla yapılması gerektiği vurgulanıyor. Diğer bir deyişle, araştırma görevlisi kadrosundan doktor veya yardımcı doçent kadrosuna geçiş için, önce kişinin istifa etmesi ya da görevden alınması/atılması, sonra yeniden bölümünün açacağı sınava, yeni kriterler göz önüne alınarak girmesi gerekiyor. Tabii ki kadro ilanları üniversitelerden alınarak YÖK’e bağlanıyor ve açılan kadrolar, doktorasını bitiren asistanların sayısından çok daha az oluyor. Esasında 50/d maddesi bir norm değil, istisna olarak sisteme eklenmişti. Kısaca, gerektiğinde geçici süreli asistan istihdamı için yaratılmış ama akademinin özünde olmayan bir uygulamaydı. Ancak şimdi istisna, kural haline gelirken, sürekli bir olağanüstülük de hayatlarımızın içine zerk edliyor.
İstanbul Üniversiteli asistanlar, www.anti50d.com adresli sitelerinde yaptıkları açıklamada, konuyu çok manidar biçimde özetlemiş: “Dosya Değil Hayatız.” İnsan hayatını teknik süreçlere indirerek anlamsızlaştırmak çok basit gerçekten. Sadece sayılar ve istatistikler içinde algılanan bir dünya düzeninde, akademi-gelenek-liyakat-birikim çok da anlam ifade eden kelimler olmaktan çıkıyor. Konunun, çok daha detaylı ele alınmayı hak ediyor, çünkü girişte belirttiğimiz gibi uzun vadede üniversite rejimi ve işleyişi köklü biçimde değişecek ve artık akademik gelenekten bahsetmek mümkün olmayacak. Bilimle uğraşmaları, bilgi üretip analiz yapmaları beklenen akademisyenlerden ani bir şekilde, birbiriyle rekabet eden homo economicus’lar olarak görülmeleri, sadece sektörel bir etki değil toplumsal ve siyasi sonuçlar da yaratacaktır kuşkusuz. Kurucu moment, toplumsal yarar-bilimsel düşünceden, kişisel yarar-pragmatik yaklaşım ve dahi çıkar savaşımına indirgenince, yaşadığımız düzenin nasıl bir hale dönüştüğü daha büyük bir soru olarak önümüzde duruyor. Bu soruya dair cevabı, her bir üniversitede güçlü bir biçimde vermek için harekete geçmek gerekiyor.
Ankara Üni. SBF.- yavuz.yildirim@politics.ankara.edu.tr
0 yorum:
Yorum Gönder