YÖK'ün Hukuki Dayanağı Olmayan 50d ile ilgili Süre Sınırı Yazısı


YÖK Başkanlığı'nın İTÜ'deki asistan kıyımına gerekçe oluşturan azami süre ile ilgili yazısı

Asistan Forumu Sonuç Bildirgesi


Eğitim Sen İstanbul Üniversiteler Şubesi'nin 27-28 Kasım 2010 tarihinde, Türkiye'nin çeşitli illerinden ve üniversitelerinden asistanların katılımıyla İstanbul'da gerçekleştirdiği Asistan Forumu'nun sonuç bildirgesi aşağıdadır.
______________

"Üniversite öğretim üyelerinin; bilimsel çalışma ve araştırmaları, öğrenim ve eğitimi, yan tutmadan, hiç bir endişeye kapılmadan özgürce yapabilmeleri için her şeyden önce kendilerinin mesleki güvenceye sahip kılınmaları şarttır. Mesleğini kaybetme kuşkusu içinde olan ve kendini güvencede görmeyen bir öğretim üyesinden bilimin gerekleri beklenemez. Oysa üniversiteler, sadece günlük teknik gereksinmeleri karşılayan bir yüksek okul durumunda da değildirler; ülkenin içindeki ve dışındaki bilimsel hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve incelemek kurumlar hakkında bilimsel araştırmalar, değerlendirmeler ve eleştiriler yapmak, böylece ülkenin bilimsel, teknik, ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki gelişmesine katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu günün üstüne çıkamayan, yurttaki hareketleri izleyip eleştirmeyen bilimsel verileri yayınlama gücünden yoksun ve sadece olanı öğretmekle yetinen, yaratıcılık gücü olmayan kuruluşlar, adı ne olursa olsun, gerçek anlamda üniversite sayılamazlar. Anayasa'nın 130. maddesinde belirtilen vakıf yükseköğretim kurumlarının mali ve idari konular yönünden devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumlarından farklı olması, vakıf yükseköğretim kurumlarında istihdam edilen akademik personelin mesleki güvenceden yoksun kılınması sonucuna yol açamaz. Anayasa koyucunun böyle bir amacının bulunduğu kabul edilemeyeceği gibi, bilimsel özerklik ilkesinin gereği hiçbir ayırım yapılmadan bütün yükseköğretim kurumlarında bilimsel özgürlük, serbestçe araştırma ve yayın yapabilme, eğitim ve öğretimi özgürlük ve güvence içinde sürdürebilme hak ve yetkileri bütün üniversitelerdeki akademik personele tanınmıştır.”(25/5/1976 tarih ve 1976/28 karar sayılı Anayasa Mahkemesi Kararına atıfla, 12/03/2010 tarih ve 2010/5 itiraz numaralı Danıştay Dava Daireleri Genel Kurul Kararı)



Haklar ve özgürlükler bahşedilmez, mücadele ile kazanılır. Bugün de üniversite asistanları olarak bizler hak mücadelesi verirken, geçmişten bugüne üniversitede mücadele eden herkesin yarattığı değerlere ve bıraktıkları mirasa dayanıyoruz. Üniversitelerde mücadele sürüyor ve bu mücadelede asistanlar her geçen gün daha fazla yer alıyorlar. 
Türkiye’nin farklı üniversitelerinden gelen asistanların katılımıyla 27-28 Kasım tarihinde Eğitim-Sen 6 no.lu Üniversiteler Şubesi’nin çağrısıyla gerçekleştirdiğimiz Asistan Forumu’nda üniversitenin sorunları, asistanlar olarak bizim sorunlarımız ve çözüm önerileri tartışılmıştır. Asistan Forumu’nda “Görev Tanımı ve Özlük Hakları”, “Bologna Süreci”, “İş Güvencesi” ve “Mobbing” olmak üzere 4 başlık altında tartışmalar yürütülmüştür. Bu tartışmalarda ayrıca asistanların karşılaştığı çeşitli sorunlar ve deneyimler paylaşılmıştır. Asistan Forumu’nda gerek asistanların sorunları gerekse de genel olarak üniversitenin yaşadığı sorunlar karşısında birlik ve dayanışma içerisinde olmanın, kamu ve özel üniversite ya da 50d, 33a, 35 vb. ayrımlar gözetilmeksizin örgütlenmenin önemi ve gerekliliği vurgulanmıştır. 
Asistan Forumu’nda başta asistanlar olmak üzere, Eğitim, Bilim ve Sanat emekçilerinin mücadelesine ışık tutmak üzere aşağıda dört başlık altında topladığımız talep ve ilkeleri benimsiyoruz.
Lizbon Sözleşmesiyle başlayan Bologna Süreci çerçevesinde üniversitelerde piyasalaşma ve ticarileşmeyi arttıran bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmıştır. Bundan sonraki süreçte de aynı doğrultudaki değişim ve dönüşümün devam edeceği görülmektedir. Avrupa ve ABD üniversiteleri arasındaki kârlılık temelindeki rekabetin ve neo-liberal politikaların bir ürünü olan Bologna Süreci’nin asistanlara yansıması, iş güvencesinin giderek daha fazla ortadan kaldırılması şeklinde olmuştur. İş güvencesinden yoksun bırakılan asistanlar böylece sermayenin talepleri doğrultusunda kâr getiren projelere yönelmek zorunda bırakılmaktadır. 
Bizler bu tespitlerden hareketle Bologna Süreci’ne bir bütün olarak karşı çıkıyoruz. Bologna Süreci’nin gerçek özünü gizlemek üzere özerklik, katılım ve reform gibi kavramların suiistimal edilmesini ve üniversitelerin mevcut durumu karşısında tek değişim alternatifinin Bologna Süreci olarak sunulmasını reddediyoruz. 
Üniversite ve yükseköğrenimin piyasalaşmasına karşı eşit, parasız ve kamusal bir yükseköğretimi savunuyoruz. Üniversitede paranın değil bilim ve sanatın hâkim olabilmesi için sermayenin her düzeyde üniversiteden dışlanmasını istiyoruz.
Üniversitelerin kendi mali kaynaklarını yaratması ve bunun sonucunda sermayenin mütevelli heyetleri ya da benzeri şekillerde üniversite yönetiminde yer alması anlamında bir “özerkliğe”; öğrencilerin sadece müşteri ve ürün olarak üniversiteye “katılımının” öngörülmesine karşı, tam anlamıyla bir akademik “özgürlüğü”, öğrencilerin ve emekçilerin kendi öz örgütleri aracılığıyla gerçek bir “katılımı” talep ediyoruz. 
Türkiye’de kurulduğu günden başlayarak piyasalaşmanın yürütücülüğünü yapan YÖK bugün de Bologna sürecinden ayrı olarak düşünülemez. YÖK’ün varlığı hala akademik özgürlüğün ve kamusal eğitimin önünde engel olmayı sürdürmektedir. Asistanlar olarak “Biz kalıyoruz YÖK gitsin!” diyoruz ve bunu demeye devam edeceğiz. Ancak YÖK’ün yerine aynı hedefleri ve işlevleri paylaşan yeni mekanizmalar yaratılmasına da kesin biçimde karşıyız. 
Bizler, sahip olduğumuz bilimsel özgürlüğün gereği olan ve bu bildirinin girişinde yer alan kararla bir kez daha hukuken açıkça tanınmış mesleki güvencelerimizin “fiili ve keyfi” uygulamalarla ortadan kaldırılmasını kesinlikle kabul etmiyoruz. Tüm çalışanlar için savunduğumuz iş güvencesini ayrıca akademik özgürlüğün vazgeçilmez bir parçası olarak görüyoruz. İş güvencesiz çalışma, akademik niteliğin yükseltilmesine gerekçe yapılamaz. Tam tersine güvencesiz çalışma, bilimsel verimlilik ve akademik niteliği düşürmektedir. Akademik niteliğin arttırılması için, asistanların ve tüm bilim emekçilerinin çalışma koşulları, ücretleri iyileştirilmeli, bilimsel çalışmalar için ayrılan ödenekler arttırılmalı ve altyapı geliştirilmelidir.
Bu temelde 50d’li asistan alınmasına son verilmesini; iş güvencesiz çalıştırmanın biçimleri olan öğrenci asistanlığı ya da proje asistanlığı gibi uygulamaların kaldırılmasını; bu biçimde istihdam edilen asistanların güvenceli kadrolara geçirilmesini, 33a’ya geçişlerde farklı üniversitelerde görülen keyfi kriter uygulamasına son verilmesini; 50d, 33a, 35 vb. tüm ayrımlar kaldırılarak tüm asistanlara, hak ettikleri yaşam ve çalışma koşulları ile iş güvencesi sağlanmasını istiyoruz.
35. Madde ve ÖYP programları öğretim üyesi yetiştirmekten ziyade büyük üniversitelerin asistan açığını giderecek bir istihdam politikası şeklinde uygulanmaktadır. Aynı şekilde esas kadronun bulunduğu üniversiteler de lisansüstü eğitimin gereklerini gözetmeksizin 35’li ve ÖYP’li asistanları eğitimleri sırasında da çalıştırmak istemektedirler. 50d, 33a, 35 gibi maddeleri ile istihdam edilen asistanlar arasından görev ve haklar açısından yapılan her türlü ayrımcılığa son verilmelidir. 
Asistanların görev tanımının kasıtlı olarak muğlâk bırakılması dolayısıyla angarya olağan bir olgu haline gelmiştir. Bu muğlâklıktan kaynaklanan sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik kapsamlı bir çalışma örgütlenmelidir. İdari personellerin veya öğretim üyelerinin/görevlilerinin yapması gereken işler asistanlar tarafından yapılmamalıdır. 
Buna göre, mevcut sistem içerisinde asistanlar öğretim üyeleri yerine ders vermeye zorlanamaz. Ders veren tüm doktor asistanlara gerekli kadrolar tahsis edilmeli, norm kadro uygulaması kaldırılmalıdır. Yardımcı doçentliğe geçişte doktorayı bitirmiş olmak dışında bir ölçüt aranmamalıdır. 
Asistanlar Vakıf üniversitelerinde iş güvencesi ve çalışma ortamı açısından adeta kölelik koşullarına mahkum edilmektedir. Vakıf Üniversitesi asistanları mesleki güvenceler bakımından hiçbir ayrıma tabi tutulamaz. Vakıf üniversitesi asistanları haklarını elde edebilmek için örgütlenebilmelidir. Vakıf üniversitelerindeki eğitim ve bilim emekçilerinin örgütlü mücadelesi desteklenmeli ve birlikte hareket edilmelidir.
Kapitalizm ve erkek egemenliğinden kaynaklanan her türlü ayrımcılık ve iktidar ilişkilerinin bir ürünü olan mobbing (sistematik psikolojik şiddet ve yıldırma) akademik hayatın günlük parçası haline gelmiştir. Bu sebeple mobbinge karşı öncelikle ve özel olarak mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu mücadele; iş güvencesi, görev tanımı ve bu sorunları katmerlendiren Bologna sürecinden ayrı olarak değerlendirilemez. 
Mobbing çalışanların yalnız ve örgütsüz olmalarından beslenmektedir. Bu yüzden başta sendikalar olmak üzere mobbinge karşı örgütlü bir karşı duruş şarttır. Çalışanların öz örgütlenmeleri temelinde mobbing vakalarının çözüme kavuşturulmasında bağlayıcı ve etkili kurumsal yapıların oluşturulması ve en çok sorun yaşayan asistanların bu kurullarda ağırlıklı olarak temsil edilmesi gerekmektedir.
Asistan Forumu’nda kararlaştırdığımız bu ilke ve talepler doğrultusunda tüm asistanların birliğini ve ortak hareketini gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Tüm üniversite bileşenlerini hep birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Üniversitede Güvencesiz İş Hayatı: 50-D Sorunu

20 Haziran 2010 Birgün Pazar

FEHMİ ÜNSALAN

Türkİye’de neo-liberal dönüşümün kendini en köklü şekilde hissettirdiği yerlerden biri kuşkusuz ki üniversiteler. Bilimsel araştırmaların yerini piyasanın çıkarlarına uygun projelerin aldığı bu yeni düzen, üniversiteleri şirketler gibi profesyonelleşmeye itmekte, akademisyenleri ise bilim adamı olmaktan ziyade girişimci olarak nitelemekte. İktidar partisine olan yakınlığı ile öne çıkan Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanı olması ile hızlanan söz konusu dönüşüm süreci üniversite anlayışını piyasaya hizmet etmek adına, onun ilkelerine göre yeniden düzenleyerek gerçekleştirmekte. Bu anlamda ilk akla gelenler başta üniversitelerin piyasa ile uyumlu hale gelmesi adına topyekün bir dönüşümü öngören Bologna süreci. Bir diğeri de araştırma görevlilerinin iş güvencesi meselesi.
Üniversitelerde, 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50. Maddesi D Fıkrasına göre (50d) çalışan araştırma görevlilerinin yaşadığı sorunlar bir süredir gündemdeki sıcak yerini kaybetmiş durumda, lakin birçok üniversitede sorunun çözümüne dair somut adımlar atıldığını söylemek mümkün değil. Bilindiği gibi 50d kadrosunda istihdam edilen araştırma görevlileri doktoralarını tamamlayıp doktor olmaya hak kazanmalarına rağmen sözleşmeleri gereği üniversite ile ilişikleri kesilmekte. Buna gerekçe olarak da YÖK’ün 26 Kasım 2008 tarihli 50d’ye göre istihdam edilenlerin 33a maddesine göre kadroya geçirilmemesi şeklinde özetlenebilecek kararı gösterilmekte.
Sorunun araştırma görevlileri ve üniversite boyutları açıkça ortada: 50d’li araştırma görevlileri, akademik yaşamlarının devamlılığını sağlayabilmek adına iş güvencesi talep etmekte. Bilimsel birikim sağlamak ve gelenek oluşturmak kaygısına sahip hiçbir üniversitenin de geçici kadrolar ve bu piyasa endeksli akademik verimlilik sisteminden fayda sağlayamayacağı ortada.
Bu bağlamda öncelikle sorunun geniş ölçekli olduğunu kabul etmek gerek: Performans, değerlendirme, eğitim ve araştırmanın ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma çabası, ‘toplam kalite sistemi’nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi ilkesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında yeni bir form kazanan üniversite, bu formuna uygun bir iş düzenini de oturtmak istiyor.
Bu anlamda araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorununun aslında sadece bir ilk adım olarak değerlendirilmesi gerek. Süreç içinde Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Amerika’da olduğu gibi akademininin tümüne yayılacak olan bir iş güvencesi problemine dönüşeceği açık. Bu da söz konusu sorunun politik bir mücadele alanı olarak öne çıkartılması zorunluluğunu doğuruyor. YÖK sonrası açık bir şekilde birbirleri ile ilişkisi kopartılan üniversite emekçilerinin yeniden birleşmesi ve mücadelenin zeminini genişletmeleri gerekmekte.
Süreç içinde Danıştay Eğitim-Sen’in başvurusuyla 26 Kasım kararlarının yürütmesini durdurma kararı aldı ve 50d’li araştırma görevlilerinin 33a kadrosuna atanmasını hukuki olarak mümkün kıldı. Buna rağmen birçok üniversitede sorunun çözüldüğünü söylemek zor. YÖK’ün kendilerine verdiği olağanüstü yetkilerle donatılmış rektörlerin sadece küçük bir kısmı mevcut durumu bir sorun olarak görmekte.
MÜCADELE RUHUNU BÜYÜTELİM
50d’li araştırma görevlilerinin başta İstanbul Üniversitesi’nde olmak üzere sergiledikleri direniş aslında akademinin uzun zamandır ihtiyacı olan dayanışma ruhunu canlandırmak adına önemli bir adım olarak dikkatleri üzerine çekti. Başlangıç amacı kamuoyu desteği sağlamak olan bu direnişler bir süre sonra araştırma görevlilerinin üniversitedeki kimliklerinin farkına varmalarını sağlayacak şekilde onları biraraya getirdi (ya da getirebilirdi).
50d’li araştırma görevlilerinin direnişinin en önemli kazançlarından biri de aynı üniversitede olmalarına rağmen birbirleri ile herhangi bir ilişkisi olmayan araştırma görevlilerinin öncelikle birbirlerinin farkına varmasını sağlamak oldu. Süreç içinde birçok araştırma görevlisi sendika üyesi oldu, birçokları konformist duruşlarını terkederek sorunun salt araştırma görevlilerinin sorunu olmadığını, aksine politik bir mücadele alanı olarak karşılanması gerektiğini fark ettiler.
Son söz olarak şunu da söylemek gerekir ki sorun sadece üniversitenin sorunu olarak algılandığı sürece bir yere varılamayacağı açık. Temel olarak neoliberal politikaların baskısını ensesinde hisseden işçi sınıfının topyekün bir dayanışması bir zorunluluk. Bu da araştırma görevlileri, TEKEL işçileri, tersane işçileri, maden işçilerinin biraraya gelmesi ile mümkün.

YÖK Göstermelik Rektör Seçiminden de Vazgeçiyor

AKŞAM 14. 06.2010 
Sandıktan çıkan rektör dönemine son
Her seçimde büyük sıkıntı yaşanan üniversitelere rektör seçimine YÖK'ten yeni model. YÖK Başkanı Özcan, sistemin sil baştan değişeceğini, rektörün üniversitelerde oluşacak seçici kurul tarafından belirleneceğini açıkladı
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, artık üniversitede rektör atanması nedeniyle bölünme istenmediğini ifade ederek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de bu yönde ricada bulunduğunu hatırlattı. Rektör atamalarında değişikliğe gidileceğini ve çalışmalarda sona geldiklerini belirten Özcan, yeni sisteme ilişkin şu açıklamaları yaptı:
ARTIK SEÇİM YOK
Türkiye'de rektörler illa profesör olacak diye bir şey var. Bu inanç yıkılmıyor. Akademi dışından bir insanın rektör olacağına kimse inanmıyor. Sanılıyor ki akademiden gelirse bir hikmet var. İşletme özellikleri olan bir insan gelse daha iyi idare edebilir. ABD'de birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var. En önemli işimiz şimdi bu. Rektörlük konusunu değiştiriyoruz. Yakın zamanda tamamlanacak çalışma ile artık seçim olmayacak. Bakın vakıf üniversitelerinde kavga çıkıyor mu? Mütevelli heyetinin istediği isim rektör oluyor. YÖK'ten sadece onay alınıyor.
SEÇİM OLUNCA BÖLÜNÜYOR
Biz de devlet üniversitelerinde seçici bir kurul olsun istiyoruz. Bunu da yaratacağız. Adına seçici kurul denir, mütevelli heyeti denir. Ne derseniz deyin. Üniversite bu seçici kurulu kendisi yaratacak. İsterse sanayi odasından biri alınsın, isterse belediye başkanı veya sivil toplumdan isimler. Bu heyet rektörü belirlesin. Rektör adayı ile görüşecek, mülakata çağıracak. Adayın yönetim potansiyelini değerlendirecek. Üniversiteye katacaklarını şehre olan katkılarını değerlendirecek. Daha sonra da isim belirleyip bizden onay alacak. Böyle olmazsa üniversiteleri bölüyoruz. Bakın son olarak Marmara Üniversitesi'nde seçim yapıldı. 3 adaydan biri 490, biri 380, biri de 300 oy aldı. Ne oldu şimdi üniversite 3'e bölündü. Kim atansa diğer taraftakiler küsecek. Bundan sonra nasıl tamir edeceksiniz o üniversiteyi. Rahmetli İhsan Doğramacı seçim sistemi geldi diye istifa etmişti, çok haklıymış. Acilen seçim sistemi kaldırılacak.
AKREDİTASYONDA YENİ DÖNEM
Üniversitelerin kalitesi kontrol edilmiyor. Denetleme adı altında idari ve mali denetime tabi tutuyoruz. Türkiye Akreditasyon Kurumu'nun tüm çalışmalarını bitirdik. 12 aya kadar kuracağız. YÖK'e mi bağlı olacak bağımsız mı olacak ona karar vereceğiz. ABD'de bir bağlantısı yok. Tamamen sivil toplum örgütü gibi.
Akademisyen sıkıntısı çok ciddi durumda. Eğer üniversiteye gelmez, hakim savcı stajyeri olursa 2 bin 500  3 bin lira maaş alacak, asistan olursa ancak bin 500...  Neden burada dursun.
YÜKÜ KALDIRMIYOR
Buranın içinde ciddi sorunlar var, yükü kaldırmıyor. 22 üniversite için kurulmuş ama 146 üniversite var. Burası da üst kurul ama bir BDDK'ya bakın bir de buraya. Eleman eksikliğimiz çok. Buraya gelen iyi uzman 2 gün sonra buradan kaçıyor. Başbakan'la da bunlar görüşeceğim. Buranın çalışanlarının BDDK, SPK gibi üst kurul mahiyeti kazanması lazım.
ELLERİNİ CEBİMİZDEN ÇEKSİNLER
Bu kadar sıkıntı varken bir de Kalkınma Ajansları, bürokrasi bizden eleman alıyor. Kalkınma ajansları ciddi eleman çalmaya başladı. Bu da beni sinirlendirmeye başladı. Başbakan'a da aktaracağım. Artık ellerini cebimizden çeksinler.
İKİNCİ AÇIKÖĞRETİM
Açıköğretim Fakültesi Anadolu Üniversitesi'nin temelindeydi. Oradan aldık, İstanbul'a da verdik. Bu yıl öğrenci alacaklar. Tekel olmasın rekabet olsun diye yaptık. Artık açıköğretimde kitap basılmayacak. İnternet üzerinden yayınlar yapılacak, dersler verilecek. Başka üniversitelerin hocaları da ders verecek internetteki eğitim materyallerini hazırlayacak. Böylece hemşerilik duygusunu da kaldırıp kendi arkadaşlarını maddi çıkar sağlamanın önüne geçeceğiz.
Z. Kıvanç EL / ANKARA

İşsiz Öğretmenler İmza Kampanyalarına Destek Bekliyor

İşsiz ve Güvencesiz Eğitimciler Platformu aşağıdaki imza metnine herkesin desteğini bekliyor...İmza metnine destek vermek için İGEP kurucularından Kadir AYDEMİR (kadirfen@hotmail.com)'e ileti gönderebilirsiniz. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.igep.biz

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na, Türkiye Cumhuriyeti Meclis Başkanı’na, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na,  Ve Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanı’na

Konu: Yüz binlerce öğretmenin atamasının yapılması ve eğitimin niteliğinin arttırılması.
—Bugün bir kadrolu öğretmen yerine (sözleşmeli, ücretli, vekil gibi çeşitli apoletlerle) en az üç öğretmen çalıştırılmasının, karşısında olduğumuz neo-liberal politikalardan kaynaklandığını,
—Farklı apoletlerle çalıştırılan öğretmenlerin özlük haklarından yoksun olduğunu ve bundan dolayı kölelik koşullarında çalıştırılmaya mahkûm bırakıldıklarını,
—İşsizliğe ve güvencesizliğe mahkûm bırakılan yüz binlerce öğretmenin top yekûn geleceksizleştirildiğini ve bundan kaynaklı 12 gencin intihar ettiğini ve binlercesinin de bu vahim durumun eşiğinde olduğunu,
—Anayasanın 128.maddesi kamu hizmetinin sürekliliği ilkesini kamu hizmetinin asgari ilkelerinden biri olarak kabul etmiştir. Ve öğretmenlik süreklilik arz eden bir meslek olduğu için bu ilke kapsamındadır. Fakat kölelik koşullarında çalıştırılan ücretli, sözleşmeli gibi apoletlerin bu bağlamda hukuka aykırı olduğunu,
—Öğretmenlere takılan apoletlerden kaynaklı eğitimde sürekliliğin sağlanamadığını ve bu durumun eğitimin niteliğini hızlı bir şekilde düşürdüğünü,
 —Hukuka aykırı olan bu uygulamalardan kaynaklı öğretmenlik mezunu olmayanların dahi bu mesleği yaptıklarını ve bu durumun hem bizlerde hem de toplumun tüm kesiminde rahatsızlık uyandırdığını,
—Bu uygulamalardan kaynaklı MEB okullarında eğitimin niteliği düştüğü için velilerin dershanelere mahkûm bırakıldığını ve bunun da eğitimin tüm yükünün velilere yüklenmesi anlamına geldiğini,
— Öğretmenlere uygulanan güvencesizlik koşullarını, asistanlara da 50-D maddesi üzerinden yapılmaya çalışıldığını BİLİYORUM.

Bu bağlamda apolet uygulamalarının kalkması, eğitimin niteliğinin artması, yüz binlerce öğretmenin atamasının yapılması ve geleceğimizin karartılmaması için BEN DE BU METNİ İMZALIYORUM VE GEREĞİNİN YAPILMASINI İSTİYORUM.

50/d'li Asistanlar Tekel İşçilerinin Yanında

15/01/2010 Evrensel

TEKEL işçileriyle dayanışma giderek büyüyor. Türkiye Üniversiteleri 50-D’li Araştırma Görevlileri, TEKEL işçilerinin yanında olduklarını bildirdiler. Yapılan açıklamada, “50-d’li asistanlar olarak üniversitelerde güvencesiz çalıştırılmaya karşı 1.5 senedir mücadele vermekteyiz. Bugün gelinen noktada, sabırla sürdürdüğümüz direniş ve şimdiye dek söylediklerimizi destekleyen yargı kararlarına rağmen belirsizlik sürmekte; doktora sonrası işsizlik tehdidi olduğu yerde durmaktadır. Çok iyi biliyoruz ki, kamusal alanda güvencesiz istihdamın tek adı 50-d değildir” denildi. TEKEL işçilerinin 4-c’ye karşı verdiği mücadelenin tüm çalışanlara umut verdiği ifade edilen açıklama, rakamlar ve işkolları değişse de saldırının aynı olduğuna dikkat çekildi. ANKARA

Araştırma Görevlisine İki Önemli Destek

Aziz Konukman, Birgün, 16 Ocak 2009
azizkonukman@birgun.net

Geçen haftaki yazımızda 50-D statüsünde istihdam edilen araştırma görevlilerinin sorunlarından söz etmiş ve ardından bu konumdakilere üniversite içinden ve dışından yeterince destek gelmediğinden yakınmıştık. Ancak CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin İzmir milletvekili Oğuz Oyan, Kırklareli milletvekili Turgut Dibek ve bazı araştırma görevlileri ile birlikte hafta içinde yaptığı (14 Ocak’ta) basın toplantısından anlaşılıyor ki, dışardan gelen destek konusunda yanılmışız. Kılıçdaroğlu’nun verdiği bilgilere göre, konuya ilk duyarlılık gösteren Oyan olmuş. Oyan konuya ilişkin olarak 8 Temmuz 2009 tarihinde bir yasa teklifi vermiş.

Teklifte burs verilmesi geçici bir düzeleme getirilerek 50-D maddesine göre görev yapan araştırma görevlilerinin 33-A maddesine intibaklarının gerçekleştirilmesi ve 50nci maddeye giren öğretim yardımcılığı kadrosunda geçen sürelerin araştırma görevlisi olarak geçirilmiş sayılması önerilmekte. Teklifin yasalaşması halinde 50-D kapsamında görev yapan ve üniversitenin yükünü taşıyan 7 bin kadar araştırma görevlisi atılma korkusundan kurtularak rahatlamış olacaktır.

Ayrıca YÖK’ün ve üniversitelerin konuya ilişkin Danıştay kararını (hatırlanacaktır, Danıştay Eğitim-Sen’in başvurusu üzerine “yürütmeyi durdurma” kararı vermişti) uygulamamaktan doğan sorumluluklarına da bir çözüm bulunmuş olacaktır. Dibek’in araştırma görevlileri için verdiği araştırma önergesinde ise 50-D sorunu dahil araştırma görevlilerinin yaşadıkları tüm sorunlara dikkat çekilerek bunların tespit edilmesi ve çözümlenmesi amacıyla Anayasanın 98. maddesi, Meclis İçtüzüğünün 104. ve 105. maddeler gereğince bir Araştırma Komisyonu kurularak konunun tüm boyutlarıyla araştırılması talep ediliyor. Oyan ve Dibek’i bu çabalarından dolayı kutluyoruz. Ancak hemen belirtelim ki, konunun Meclise taşınmasında araştırma görevlilerinin örgütlü mücadelesinin bir ürünü olan Asistan Girişimi’nin önemli katkısı olmuştur. Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerden bu girişime destekler arttıkça girişimin başarı şansı daha da yükselecektir. Ancak bu adımlar gerekli ama yeterli olmayacaktır. Yeterlilik koşulunun sağlanabilmesi için Asistan Girişimi mücadelesinin emek mücadelesiyle ortaklaştırılması gerekiyor.

Yarın TEKEL işçilerinin yalnız olmadığını göstermeyi amaçlayan “Emek, Barış, Özgürlük için Demokrasi ve Haklar” mitingi var. Mitingin ana temalarından birisi “işsizlik ve esnek çalışma” başlığını taşıyor. Bu başlık 4-C’lileri ve 50-D’lileri yakından ilgilendiriyor. Ne 4-C’lilerin ne de 50-D’lilerin bu mitingi görmezden gelme lüksü bulunuyor. Bu miting, Asistan Girişimi mücadelesinin emek mücadelesiyle ortaklaştırılması açısından önemli bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı kaçırmamak gerekiyor. Haydin mitinge…

Bugün Araştırma Görevlisi, Yarın Bir Başkası

Aziz Konukman, Birgün,   09 Ocak 2010
azizkonukman@birgun.net 

Bazı harfler ve sayılar hayatımızı adeta sarmış ve kuşatmış durumda. İlki son krizle birlikte gündeme geldi. Geliş o geliş, kriz devam ettiği sürece gitmesi, gündemden düşmesi de pek olası gözükmüyor. Anlaşılan uzun bir süre daha kriz eğrilerini simgeleyen U, V, W, L gibi harfler dilimizden düşmeyecek.
Dilimize pelesenk olan bir diğer simge bazı sayılar. Bunların krizle bir ilgisi yok ama krizde çok konuşulur, anılır bir noktaya gelmişlerdir. O sayılardan biri 4-C, diğeri 50-D. İlki, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4’üncü maddesinin (C) fıkrasını işaret ediyor ve özelleştirme uygulamaları sonucunda işsiz kalacakların kamu kurum ve kuruluşlarında geçici personel statüsünde istihdam edilmesini düzenliyor. Bu düzenlemeyi uzun boylu anlatmaya gerek yok. Tekel işçilerinin sürmekte olan direnişleriyle ne menem bir şey olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Çalışma Bakanı’nın son allama pullama çabası, bu düzenlemenin özelleştirme mağdurlarına sus payı olarak getirilmiş bir kölelik düzenlemesi (sözleşmesi) olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemiştir.
İkincisi ise 1547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50. maddesinin (D) fıkrasını işaret ediyor ve araştırma görevlisi kadrosuna geçici olarak atananların atama koşulları ile atananların hak ve yükümlülüklerini düzenliyor. Bu maddeye göre, araştırma görevlileri “burslu öğrenci” olarak kabul edilip, eğitim bittiğinde üniversiteyle ilişkisi kesiliyor. Bu statüde çalışanların kadrolu araştırma görevlilerinden (bunlar ise aynı Kanunu’nun 33’üncü maddesinin (A) fıkrasına göre istihdam ediliyor) farkı iş güvencesinin olmayışıdır.
Ancak bu durum uygulamada pek sorun yaratmıyordu. 50-D’liler anabilim dalı önerisi, fakülte yönetim kurulu kararı ve rektörlük onayı ile 33-A’ya sorunsuz bir şekilde aktarılabiliyordu. Ancak YÖK Yürütme Kurulu’nun Kasım 2008’de aldığı kararla bu uygulamaya son verilip, kadro ilanı koşulu getirildi. Bu karar, araştırma görevlilerinin iş güvencelerinin uygulamada yitimi (hukuki düzeyde bu tür bir güvence zaten yoktu) demektir.
İşte bu karar, 50-D’lileri fitillemeye yetti. İstanbul Üniversitesi merkezli bir dizi eylem başlatıldı. Eğitim Sen’in başvurusu üzerine söz konusu YÖK kararı için “yürütmeyi durdurma” kararı verildi.
Ne var ki, hukuki sorununun giderilmiş olması sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Çünkü kimi üniversiteler bu karardan hareketle geçmişte olduğu gibi 50-D’lilerin 33-A’ya geçişlerini sağlarken kimileri bu kararı görmezden geliyor. Hatta birinde (İstanbul Üniversitesi) görmezden gelmek yetmiyormuş gibi, bir de hakları için mücadele eden ve iptal edilen YÖK kararını “diplomalı işsiz olmak istemiyoruz” diyerek protesto eden 49 araştırma görevlisi için soruşturma açılmıştır.
Ne yazık ki, 50-D’lilerin ne işgüvencesini elde etme çabaları ne de uğradıkları bu haksızlıklar üniversiteler içinde ve dışında yeterince destek buluyor. Burada daha acı olan, üniversitenin içinde yeterli bir desteğin gelmemiş olmamasıdır. Oysa 50-D yalnızca bu maddeye göre çalışan araştırma görevlilerinin sorunu değildir. Bu ilk adımdır, arkası gelecektir. Bundan sonra esnek çalışma modeli adım adım örülmeye çalışılacaktır. Üniversitelerde neoliberal dönüşümü amaçlayan YÖK Strateji Raporu ile TÜSİAD’ın 2008 tarihli “Türkiye’de Yüksek Öğretim: Eğilimler Sorunlar ve Fırsatlar” başlıklı raporunda (keza benzer şekilde önceki iki raporunda) öngörülen bu esnek çalışma modelinin kuramsal temelleri oluşturulmaktadır. Bu çalışmalarda, üniversitedeki bilim insanlarının güvencesiz istihdamına olanak veren 50-D benzeri esnek istihdam statüleriyle sindirilmesi ve sermaye kesimlerine hizmet eder hale getirilmesi amaçlanıyor. Ne dersiniz? O gün geldiğinde 50-D’ye sessiz kalanlar, yanlarında kendilerini destekleyecek birilerini bulabilecekler midir? Yanıtını size bırakıyoruz. Bizden hatırlatması…

YÖK'ün Beş Hâli

YÖK’ÜN BEŞ HÂLİ[1]

SİBEL ÖZBUDUN
“Her tanımlama bir sınırlamadır.”[1]

İlkokul dördüncü sınıfta “Dilbilgisi” derslerini anımsıyorum. Aklımda yanlış kalmadıysa, ilk öğretilenlerden biri, “ismin beş hâli”ydi: “yalın” hâli, “i” hâli, “e” hâli, “de” hâli, “den” hâli…
Şimdi üniversitedeyim: öğretim elemanı olarak. Üniversitede ise, “YÖK’ün hâlleri”ni öğreniyorum. YÖK’ün de beş hâli var.[3]
Ve ancak bu beş hâli, bunların birbirine nasıl eklemlendiğini bilirsek, ona nasıl karşı durabileceğimizi de saptayabiliriz.
Şimdi YÖK’ün hâllerini sıralıyorum, arkadaşlar:
Önce YÖK’ün “baskı hâli”nden söz edebiliriz. Ya da “ceberut hâli”.
Biliyorsunuz… Sağır Sultan da biliyor. YÖK; 12 Eylül darbesinin ardından üniversiteler üzerinde bir baskı ve denetim aracı olarak kuruldu. Egemenlerin “çığırından çıktığını” düşündüğü yüksek öğrenim gençliği ve akademisyenleri zapt u rapt altına almak üzere tasarlandı ve uygulamaya sokuldu.
YÖK’ün uygulamaya girmesiyle birlikte, üniversiteler özerk, özgür bilim kurumları olmaktan çıkartılıp yarı-açık cezaevlerine dönüştürüldüler.
Binlerce akademisyen üniversitelerden uzaklaştırıldı; kampüsler içerisindeki “düzen” polise, jandarmaya, ardından da özel güvenlik birimlerine teslim edildi.
Öğrenciler bir yandan “iki vize bir final” sistemi içerisinde derslerden başlarını kaldıramaz hâle getirilirken, bir yandan da, “sağa baktın disiplin cezası/sola baktın disiplin cezası/halay çektin disiplin cezası/şüpheli biçimde karnını tuttun disiplin cezası” sarmalı içerisinde sindirilmeye, terbiye edilmeye çalışıldı.
Bu, YÖK’ün baskı hâli…
YÖK’ün ikinci hâli, “milliyetçilik hâli”dir. Biliniyor; Yüksek Öğrenim Kanunu’nun dördüncü maddesi, kurumun kuruluş gerekçesini açıklarken amacın, “Atatürk İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getiren, vs.” bir yükseköğrenim gençliği yetiştirmek olduğu belirtilir. Bu amaç kısa sürede tüm üniversite kuruluşlarının ruhuna nüfuz etmiş, üniversiteler, hiç de üzerlerine vazife olmamakla birlikte, milliyetçilikte TSK ile yarışır hâle getirilmiştir. Böylelikle, amfilerde Kürt öğrencilerin anadile ilişkin meşru talepleri en ağır cezalara hedef kılınır, Kürtlerin kampüs içerisinde güvenlik-istihbarat birimlerinin takibine terk edilir, hatta üniversite yönetimleri bu konuda emniyetle işbirliği yaparken, üniversiteler uzun süre bu topraklarda “Kürt” diye bir şeyin olmadığını, kendilerini Kürt sanan yurttaşların “Acemleşmiş Türkler” olduğunu “bilimsel olarak” ispata çalıştı.
Bu yetmedi, yerel canlı türlerinin adları bile bilim insanları eliyle “Türkleştirildi”.
Akademisyenler soykırım konusunda devletin resmî tezlerinden yana tavır almaya zorlandı.
Bu YÖK’ün “milliyetçi hâli”ydi.
YÖK’ün üçüncü hâli “laiklik hâli”dir.
28 Şubat süreciyle birlikte, “üniversite gençliğini denetim altında tutacağız” diye dindar muhafazakârlık dozajının fazla kaçırıldığı, “Türk-İslâm sentezcisi” kadroların “İslâmî” yönü ağır basanlarının, başta taşra üniversiteleri olmak üzere büyük bir hızla yayıldığı görüldükten sonradır ki, başörtülü kızlar kampüslere sokulmamaya, disiplin soruşturmalarına hedef olmaya, tarikatçı kadroların bir kısmı üniversitelerden budanmaya başladı.
İmam Hatip’lilerin kendi branşları dışındaki alanlara girmesini engelleyecek katsayı düzenlemelerine gidildi.
Her 29 Ekim, her 10 Kasım, velhasıl her vesileyle akademisyenlerin cübbelerini kapıp Anıtkabir’de saf tutması beklenir oldu.
Ama YÖK’ün “laik hâli” fazla uzun sürmedi.
AKP’nin iktidara gelmesi, özellikle de Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanlığına atanmasıyla birlikte, YÖK’ün “dinci hâli”ne geçtik.
Aynı despotik yöntemler bu kez üniversitelerin “cemaat/tarikat” kıskacına alınması yönünde kullanılır oldu.
İHL’lilerin ilahiyat dışı branşlara girmesini engelleyen katsayı uygulaması kaldırıldı.
Yalnız taşra değil, merkez üniversitelerinde dahi (Yıldız Teknik, Gazi Üniversiteleri) cemaat/tarikat üyesi akademisyenler göreve getirilir, hızla yükseltilirken, muhalif-sol öğretim elemanlarına yönelik bir tasfiye süreci yürütülmekte.
Ömrünü tüm canlıları Tanrı’nın yarattığını, Darwin’in ise Siyonist komplonun ajanı olduğunu ispata adamış biyoloji profesörleri, öğrencilerine Emine Işınsu’dan başkasını okumayı yasaklayan sosyoloji hocaları doldurdu bölüm koridorlarını.
Roma hukuku Hukuk fakülteleri müfredatından kaldırıldı.
Bu da YÖK’ün “dincilik hâli”.
Görüldüğü gibi bu hâller, bazen biri, bazen de diğeri öne çıkmak üzere, birbirine eklemlenerek bu güne dek süregeldiler.
Ama YÖK’ün bir “beşinci hâl”i var ki, o kurulduğundan bu yana hiç değişmedi.
“Piyasacı hâli”nden söz ediyorum.
Hatırlayın kurucusunun ilk icraatlerinden biri, içinden çıkılmaz hâle getirdiği kamu üniversiteleri sisteminin karşısında “Vakıf üniversiteleri”nin kurulmasına olanak sağlamak olmuştu.
Emeklilik yaşamını ise, kurduğu vakıf üniversitesinin rektörü olarak geçirdi. Görevden ayrıldığında terini oğluna bırakmak kaydıyla…
Üniversiteler YÖK’ün kurulduğundan bu yana, bir yandan iç hizmetlerinin (yurtlar, temizlik, kafeteryalar, ulaşım, bilişim hizmetleri vb.) özelleştirilmesi ve her yıl zamlanan harçlar aracılığıyla paralı hâle getirilirken, bir yandan da serbest piyasa ekonomisinin, bir başka deyişle neo-liberalizmin mantığına teslim ediliyor.
Kamu üniversitelerine bütçeden ayrılan pay yüzde 1’lerde sabitlenirken, sayıları her geçen yıl artan üniversiteler ise kendi kaynaklarını yaratmaya yönlendiriliyor.
“Kaynak yaratma” ise, üniversitenin eleman ve teknik olanaklarını özel sektörün hizmetine sunmasının öteki adı.
Böylelikle, “Üniversite-Sanayi İşbirliği” gibi süslü bir ad altında, üniversiteler özel sektörün AR-GE kuruluşlarına dönüştürülmekte.
Bu süreç yeni (AKP’ci) YÖK yönetimiyle birlikte öyle bir raddeye vardı ki, Bologna süreci kisvesiyle üniversitelerin, giderek kentin iş adamı, tüccar örgütleri, meslek odalarının temsilcileriyle yerel yöneticiler eliyle yönetilmesine zemin hazırlayan bir yasa tasarısı meclise sevk edildi.
Evet, artık üniversiteler tıpkı bankalar, şirketler gibi yönetiliyor.
Bakın, dilimiz bile değişti.
Eskiden bir öğrencinin mezun olması için belirli saat dersi tamamlaması gerekiyordu. Şimdiyse “kredi” doldurması gerekiyor.
Öğretim elemanlarının atama ve akademik yükseltmeleri, Standard&Poor’s işlevi gören, ABD merkezli uluslar arası endeksli yayın organlarında makale yayınlamalarına bağlandı. “Performansa” bağlı “maaş + prim” şeklinde bir ücretlendirme tasarısı kapıda.
Üniversiteler, “vizyon” ve “misyon”larını saptayıp her yıl öngörülen hedeflerin ne kadarını yerine getirdiklerine ilişkin bir özdeğerlendirme toplantıları düzenlemeye başladı: tıpkı şirket genel kurulları gibi.
“Bilim”, “kamu yararı”, “düşünce ve ifade özgürlüğü” gibi kavramlar giderek çıkartılıyor üniversite dilinden.
Bunun yerine, “toplam kalite yönetimi”, “rekabet”, “şeffaflık”, “yönetişim”, “paydaş katılımı”, “müşteri memnuniyeti” gibi kavramlarla düşünmeye başlıyoruz.
Piyasanın dili hepimizi, herkesi kapsayacak tarzda yayılıyor.
Evet, bugün özgürleştirici ve kamusal bir alan olarak bilimi savunmak, YÖK’ün beş hâline karşı mücadeleyi gerektiriyor.
Baskıcılığa, “öteki”ni bastırmaya yönelik milliyetçiliğe, üniversitelerin tarikat/cemaat kıskacına alınmasına, militan Atatürkçülüğün ceberutluğuna boyun eğmesine ve piyasanın her şeyi temellük eden tasallutuna karşı özgür bilimi savunmalıyız.
Bu, zorlu bir mücadele.
Zorlu olduğu ölçüde zorunlu…
Çünkü bu siz, biz, hepimiz için insan olabilme, insan kalabilme mücadelesi.
Devlet ceberutluğuna; Şöven isteriye; Tarikat/cemaat simsarlarına, ve piyasa çemberine teslim olmama; İnsana özgü yaratıcılığa sahip çıkabilme mücadelesi.

Bu yolda, yolumuz açık olsun, diyorum.

N O T L A R
[1] Özgür Eğitim Platformu (ÖEP) 8. Kurultayı’nda (Ankara, 25 Ekim 2009) yapılan konuşmanın metni… Esmer, No:57/12, Aralık 2009…
[2] Andre Suares.
[3] YÖK, eğitim konularında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Sibel Özbudun, Temel Demirer, Eğitim, Üniversite, YÖK ve Aydın(lar), Ankara, Ütopya Yayınları, 2006; Sibel Özbudun, Temel Demirer, Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar, İstanbul, Kaldıraç Yayınevi, 2009.

Efsaneler ve Gerçekler

Aşağıdaki ileti Anti-50d sitesinden alınmıştır. 


Efsane 1: 50d'lileri 33'e geçirmek için kado açılması gereklidir. Üniversitelerin elinde tüm 50dlileri 33'e geçirecek kadar kadro bulunmamaktadır.

Gerçek:
33'e geçiş işlemi için yeni kadro gerekmiyor. Çünkü yapılan işlem bir statü değişikliği'nden ibaret. Yani tüm 50d'lilerin kadrosu var zaten yapılan sadece bunun statüsünün değiştirilmesi dolayısıyla yeni bir kadro açılıp da ona bir transfer yapılmıyor. Bunun anlamı tüm 50d'lilerin 33'e geçirilmesi için kadro sayısı açısından herhangi bir engel olmadığıdır.

Efsane 2: 31 Temmuz yönetmeliği ve 26 Kasım YÖK yürütme kurulu kararının ardından 33'e rektörlük eliyle geçiş mümkün değildir. Kadro ilanı çıkması ve 31 Temmuz yönetmeliğine göre yeniden sınava girilmesi gerekmektedir.

Gerçek:
İ.Ü.'de yapılan geçişler resmen "31 Temmuz Yönetmeliğinin 2. maddesine dayanarak" yapılmıştır. Bu meşhur 2. madde "MADDE 2 – (1) Bu Yönetmelik, Devlet ve vakıf yükseköğretim kurumlarının öğretim görevlisi, okutman, araştırma görevlisi, uzman, çevirici ve eğitim-öğretim planlamacısı kadrolarına açıktan veya öğretim elemanı dışındaki kadrolardan naklen yapılacak atamaları kapsar." diyerek bizi yönetmelik kapsamı dışında bırakmıştır. Dava konusu olan bu husustaki haklılığımız İ.Ü. rektörlüğünce kabul edilmiş ve buna uygun olarak rektörlük yetkisini kullanarak arkadaşlarımızı 33'e geçirmiştir.

Efsane 3: Rektörlük 33'e geçirse bile bunun YÖK'ten dönmesi söz konusu olabilir.

Gerçek:
Rektörlüğün 33'e geçiş işleminde YÖK'ten onay almasını gerektiren herhangi bir hüküm yoktur. Dolayısıyla bu işlemler üzerinde YÖK'ün herhangi bir tasarruf yetkisi yoktur. YÖK'ün yapabileceği tek şey işlemin usülsüz olduğunu iddia ederek soruşturma açmasıdır ki bu konuda yönetmelikler ve yasa maddeleri açıkça YÖK'ün aleyhindedir.

Efsane 4: Fakültelerde 33'e geçiş mümkündür enstitülerde ise YÖK'ün iznine tabidir.

Gerçek:
YÖK'ün devreye girdiği tek aşama enstitüden fakültelere nakil yapılmasıdır. Oysa İ.Ü. rektörlüğü bizim çok önceden önerdiğimiz biçimde fakültelere nakletmeden enstitü kadrsounda 33'e geçiş yapmıştır ve görevlendirme yoluyla fakültelerde çalıştırma uygulaması devam edecektir.

Efsane 5: Eylem yapmak, örgütlenmek boşuna hocanızla, idarenizle iyi geçinin, sizi ancak onlar kurtarır.

Gerçek:
Eğer bu efsaneye uysaydık bugün 33'e geçen arkadaşlarımız 2 aydır işsizdi. Yaş, lisans notu vb. kriterler yüzünden kadrolara başvuramıyordu. Ancak biz örgütlendik, yürüyüş yaptık, basına çıktık, üniversiteyi terk etmeme eylemi yaptık ve şimdi hakkımız olanı almaya başlıyoruz. Kritik durumdaki arkadaşlarımızı 33'e geçirttik. Sıra şimdi tüm 50d'lilerde.

Efsane 6: Her koyun kendi bacağından asılır

Gerçek:
Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz.

Doktoralı işsiz olmak' istemeyene soruşturma

Radikal 28.12.2009

İşten çıkarılmalarına neden olan YÖK yönetmeliğini protesto eden İÜ'lü 49 asistana soruşturma başlatıldı
UMAY AKTAŞ SALMAN

İSTANBUL- İstanbul Üniversitesi, YÖK’ün doktorasını bitiren araştırma görevlilerinin işten çıkarılmasına neden olan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yönetmeliğini, eylemler yapıp, ‘Dipolamalı işsiz olmak istemiyoruz’ diyerek protesto eden 49 asistana soruşturma açtı. Asistanlar, Danıştay’ın yönetmeliğin yürürlüğünü durdurmasına karşın üniversitenin kendilerini oyaladığını belirterek, “Angarya tüm görevleri yapıyoruz. Yoğun bir emek veriyoruz ama belirsizlik çok acı” diyor.
Yükseköğretim Kanunu’na göre üniversitelerde araştırma görevlileri iki şekilde istihdam ediliyor. Kanunun 33/a maddesine göre araştırma görevlileri rektör tarafından bu kadrolara üç yıllığına atanıyor. 50/d maddesine göre ise burslu öğrenci statüsünde bir yıllığına görevlendiriliyorlar. Bugüne kadar pek çok üniversite 50/d kadrosundaki araştırma görevlilerini doktoraları bittiğinde daha güvenli kadro imkânı sağlanan 33. maddeye geçiriyordu. Ancak YÖK 31 Temmuz 2008’de bir yönetmelik çıkararak öğretim elemanı kadrolarına naklen ve açıktan yapılan tüm atamalar için ALES, Kamu Personeli Dil Sınavı (KPDS) veya Üniversitelerarası Kurul Yabancı Dil Sınavı (ÜDS) şartı konmuştu. Ayrıca YÖK 26 Kasım 2008’de aldığı kararla da 50/d’ye göre istihdam edilenlerin 33. maddeye göre kadroya geçirilmemesi istenmişti. Bu karar, Türkiye genelinde doktorası bittikten sonra işsiz kalacak yüzlerce araştırma görevlisinin tepkisine neden olmuş, Eğitim-Sen dava açmıştı. Danıştay 8. Dairesi de geçen mayıs ayında dava sonuçlanana kadar kararın yürütmesini durdurmuştu. Bazı üniversitelerde iş güvencesi olmayan 50/d kadrosundan 33/a’ya geçişler yapıldı.

Belirsizlik çok acı
Ancak İstanbul Üniversitesi’nde geçişler yapılmadığı gibi ‘Doktoralı işsiz olmak istemiyoruz’ diyen 49 asistana soruşturma açıldı. İkisi ‘rektörlük binasını amacı dışında kullanmak’tan maaş kesim, beşi de ‘huzuru bozmaktan’ uyarı cezası aldı. İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Temsilciler Kurulu, şu açıklamayı yaptı: “Doktorasını bitirenler 33/a kadrosuna geçebilir dendi, başvurular yapıldı. Ancak henüz geçebilen yok. Ayrıca asistanlar arasında ayrım yapılıyor. Enstitüdeki asistanlar 33/a’ya geçirilmeyecek, fakültedekiler geçirilecek diyorlar. İki grup da aynı işi yapıyor. Kanununu değiştiriyorlar. Bu değişklik olana kadar da oyalanıyoruz. Uygulama derslerine giriyoruz, ders programlarını hazırlıyoruz, angarya tüm görevleri yapıyoruz. Yoğun bir emek veriyoruz ama belirsizlik çok acı.”




Ve Üniversite...

Ahmet Alpay Dikmen
02.12.2009 -Sol

Üniversite, ‘işlevsiz bilgi üretme lüksü’ne sahip tek kurumdur. Buradan ebette ki üniversitenin işlevsiz olduğu sonucunu çıkartmayınız. Emin olunuz, bugün hiçbir işe yaramaz diye düşündüğünüz çalışmalar, yarın, yaşamın tam da merkezinde yer alabilir. Onun gücü, akademik özgürlük ve geleceği kurabilme yeteneğinde gizli olmalıdır. Üniversiteler için ideal olanı, hiç kimsenin hiçbir işlev dayatmadığı, akademisyenlerin kendi ilgi ve meraklarıyla araştırma ve çalışma yapmalarına olanak sağlayan bir özgürlük ortamının yaratılmasıdır. Toplumda bu işleve sahip başka bir kurum yoktur ama toplumların her zaman bu tip yapılara ihtiyaçları vardır.

Öyle bir kurum düşünün ki öğrencileri --çoğunlukla-- her türlü yeniliğe, karşılarına çıkan her türlü görüşe, yaşam biçimine, alternatif olan her şeye en açık oldukları çağlarında bu kuruma girerler. Herbiri rengarenk birer cevher gibidir. İşlendikçe parlar, ışıldar. Sonra da bu cevherleri toplum suyuna karıştırdığınızı düşünün... Bugün içerisinde yaşadığımız ‘tek boyutlu’, hep aynı şeyi özleyen; evlendirme programları, deli yürekler, yemekteyizlerde kendini bulan; aslında asla roman okumayan ama sırf moda olduğu için Ahmet Altan ya da Ayşe Kulin okuyan; tuttuğu takım için canını vermeye hazır, damarını kessen takımının renginde akacak, takımı kadar da sığ, ufku alabildiğine dar; en büyük hayali piyangodan büyük ikramiye kazanmak olan ülkemiz ve hatta dünya insanından farklı bir insan kitlesi ile karşılaşma olasılığımız çok daha büyüktür diye düşünüyorum. Çevremizdeki insanlar birbirlerine ne çok benzemeye başladı; herkes sınıfsal konumlarının modalarını takip etmek için yaşar gibi... Orta üstü gelir grubu tuzu kuru kesimin en büyük hayali Kızıldeniz’de dalış yapıp köpekbalıklarını seyretmek, Fransa Alplerine kayak yapmaya gitmek, arada da şarap tatmak ya da Tibet’te tatil yapmak... Elbette bunlar şu anda aklıma gelenler!! Bu modayı çoğu ‘yırtmış’ tuzu kuru arkadaşlarımdan elimden geldiğince öğrenmeye çalışıyorum ama son zamanlardaki modaları kaçırmış olabilirim!! Orta altı gelir seviyesinin hayalleri ise arabalarla sınırlı kalıyor; örneğin Volkswagen Passat almak. Bundan 10-15 yıl önce bu grup için en büyük hayal yazlık almaktı. Belki de krizin etkisiyle son zamanlarda bu gelir grubunun hayali araba markalarına kaydı. En alt gelir grubunun hayali ise hala cep telefonlarıyla sınırlı kalıyor. Ama sorun şu, herkes sürü gibi hep aynı şeyleri istiyor, hep aynı şeylerden nefret ediyor, hep aynı şeyleri haz ediyor.

Elbette toplumların bu hale getirilmeleri yeni değil. Uzun zamandır aptallaştırılıyor insanlık. Ama burada iki şey kanımca çok önemli; bilgi üretme ve malumat yayma kanallarının iktidarlar eliyle yönlendirilmesi. Üstelik bu iktidarlar günümüzde salt devlet iktidarları da değil. Devletin bilgi üretme kanalları ve malumat yayma kanalları dahil birçok özel ve kamusal kanal sermaye ve piyasanın sığlığı eliyle yönlendiriliyor.

Önceki yazılarımızda üniversitelerin piyasaya nasıl eklemlendirildiğini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmıştık. Oysa bu sadece ‘üniversite’ olarak adlandırılan ve hikmeti kendinden menkul, kapalı bir yapı üzerinde etkili olmuyor. Bilgi üretme süreçlerinin piyasa iktidarına teslim edilmesi toplum suyunun da renksizleşmesinin en önemli nedenlerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.

***

Bu ayki yazımla birlikte üniversite üzerine yazdığım dördüncü yazı oluyor. Bu yazılarda üniversiteyi hep kötü anlattım. İnkar etmiyorum, kötü yanları çoğunlukta! Ama 25 yıla yaklaşan üniversite hayatımda, üniversitelerde bozkır güneşi gibi aydınlık birçok hoca ve insan tanıdım. Üniversitenin iyi yanı, işte bu güzel insanlar. Sizlere bu insanlarda iki tanesini kısaca tanıtmak istiyorum. Belki bu sayede yukarıda ‘ideal’ üniversiteye dair söylemeye çalıştıklarım daha iyi anlaşılır.

Sizlere tanıtmak stediğim ilk kişi, daha önce de hakkında kısacık bilgi verdiğim Alaeddin Şenel. Alaeddin Hoca’yı 1986 yılında tanıdım. Arkadaşları 1402 ile okuldan uzaklaştırılınca Alaeddin Hoca da istifa etmişti. Ben tanıdığımda çeviri yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Batıkent’te yaşıyordu. Borç-harç edindiği evde kendisine küçük bir oda ayırmış, kalan odaları cüz’i kira bedelleri karşılığında öğrencilere kiraya veriyordu. Odasında, kendi elleriyle yaptığı bir yatak ve bir kitaplık ile kırık dökük 36 ekran siyahbeyaz bir televizyondan başka hiçbir şeyi yoktu. Kitap mülkiyetine karşı olduğu için kitaplığında kütüphaneden ödünç alınmış birkaç kitap duruyordu sadece. Aldığı kiralar ve yaptığı çeviriler yaşamını ancak en basit şekilde sürdürebilmesine olanak sağlıyordu. Her Çarşamba günü öğlen saatinde istifa ettiği okulu Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki arkadaşları ile voleybol oynamak için Cebeci’ye gidiyordu. Ancak çoğu zaman otobüs biletine parası yetmediği için Batıkent’ten Cebeci’ye (16 km) yürüyor, voleybol oynuyor, dönüş için parası yoksa yine yürüyerek dönüyordu. Hiç şikayet etmeden onuruyla 8 yıldan fazla bir süre bu şekilde yaşadı. Üniversiteye 1402’lik hocalar dönmeye başlayınca da dönmek konusunda en zor ikna edilen Alaeddin Şenel oldu. “Uzun zamandır üniversiteden uzak kaldım; literatürü yakından takip edemedim; derslerimi layıkıyla veremezsem diye korkuyorum” dedi. Yukarıda üniversiteye dair bahsetmeye çalıştığım renklerden birisi olarak uzun sakalı ve zıplaya zıplaya ve hep biryerlere yetişecekmiş gibi yürüyüşüyle elbette Alaeddin Hoca görülebilir....

Bir başka örnek Ünal Nalbantoğlu hoca! Kimsenin okumadığı şeyleri okuyup sadece ilgi ve merakıyla akademik hayatını sürdüren, projelere ve projeciliğe tüm kapılarını kapatmış, hem de özellikle son zamanlarda paraya inanılmaz ihtiyaç duyduğu halde ve ODTÜ sosyoloji gibi herkesin projeciliğe gırtlağına kadar battığı bir bölümde “yalnızlık”, “akademik kimlik”, “üniversite” vb. konuları çalışan birisi. Cebelleştiği hastalık dolayısıyla yürümeye dermanı yokken, Ingilizceden okuduğu bir Alman feylezofunun kitabının İngilizce çevirisinde kullanılan bir kelimeden kuşku duyarak Alman Kültür derneğine kadar yürüyen; yazdığı makalelelerin üzerinden 20 kereden fazla gidip, tek tek en uygun kelimeleri seçmeye çalışan inanılmaz titiz bir akademisyen; ya da öğrencilerinin verdiği herşeyi satır satır satıp okuyan, tabiri caizse herbir öğrenci materyalini kırmızı kalemle “ciğerci peşkirine çeviren” özverili hoca.

Yüzlercesi ceplerini doldurup arabalarını yenilemeye çalışırken yukarıda örneklerini vermeye çalıştığım onlarca iyi örneğin akademide etkili olabileceğinden pek emin değilim. Çünkü bu tür insanlar, başta YÖK olmak üzere, üniversiteler, dekanlıklar ve bölüm başkanlıklarınca birer ‘garip yaratık’ olarak görülüyor. Toplum deseniz zaten bu tip insanlara çoktan ‘kaçık’, ‘çatlak’ damgasını vurmuş durumda. Ama Üniversite ve üniversiter yaklaşımı en iyi temsil edenler, etmesi gerekenler de bu ‘kaçık’, ‘çatlak’lar grubu!

Üniversitelerdeki bu onlarca güzel insan için Ezginin Günlüğü’nün şarkısından ödünç alınarak üniversiteye dair söyleyebileceğim son bir söz: “Ah Efendim, sen kazandın ama ben haklıydım”.

Asistanlar İçin TBMM'de Araştırma Önergesi


CHP Kırklareli milletvekili Turgut Dibek asistanların işgüvencesi sorunu  üzerine TBMM Başkanlığı'na bir araştırma önergesi verdi. Turgut Dibek'in verdiği önerge şöyle:


TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI’NA

Ülkemizde üniversitelerde görev yapan öğretim elemanlarının (2008’deki toplam sayısı 73.724 kişidir) yaklaşık % 45’i ( 33.025 kişisi ) Araştırma Görevlilerinden oluşmaktadır. Araştırma Görevlileri, Türkiye’deki yükseköğretimin en temel bileşenlerindendir. Araştırma Görevlileri olmadan üniversiteden ve üniversitelerin geleceğinden bahsetmek mümkün değildir. Yüksek öğretim sisteminin yüzde 45’ini oluşturan Araştırma Görevlileri, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 50/d maddesine göre çalıştıkları için doktora eğitimlerini tamamladıkları anda kurumları ile ilişikleri kesilmektedir. Araştırma Görevlileri, büyük bir maddi sıkıntı içerisindedir. Görev tanımları belirsizliklerle doludur. Bütün öğretim elemanları gibi Araştırma Görevlilerinin de fikirlerini açıklama hakları bulunmamaktadır. Üniversitelerin ve YÖK’ün karar mekanizmalarında temsil ve söz hakları yoktur.

Araştırma Görevlilerinin 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 50/d maddesindeki kadrolarının, ilgili kanunun 33/a (Kalıcı Kadro) maddesindeki kadroya geçirilmesi ile iş güvencesine kavuşmaları önemli bir adım olsa da Araştırma Görevlileri için yalnızca bu düzenleme yeterli değildir. Yıllar içerisinde Araştırma Görevlilerinin sorunlarının çözülmesi adına hiçbir çalışma yapılmazken, aksine; diğer meslek gruplarına oranla sürekli olarak gerilemiştir. 1990’lı yıllarda lise mezunu 8/3’deki bir polis memurundan fazla maaş alan Araştırma Görevlileri, 2004-2009 yıllarına ait maaş verilerine göre lise mezunu 8/3’deki bir polis memurundan az maaş almaya başlamıştır.

Araştırma Görevlilerinin görev tanımında da belirsizlik bulunmaktadır. YÖK kanununun 33’üncü maddesine göre “Araştırma Görevlileri, yükseköğretim kurumlarınca yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır” ifadesi yer almaktadır. Tanım belirsizliği nedeniyle, asıl işi araştırma olan bu öğretim elemanlarının ders anlatma, sınav sorusu hazırlama, sınav kağıdı okuma gibi işlerle adeta “okutman, uzman veya öğretim görevlisi” olarak kullanılmaktadır.

Araştırma Görevlilerinin sorunlarının tespit edilmesi ve bu sorunların çözümlenmesi amacı ile Anayasamızın 98. maddesi, İçtüzüğümüzün 104. ve 105. maddeleri gereğince bir Araştırma Komisyonu kurularak konunun tüm boyutlarıyla araştırılmasını saygılarımızla arz ederiz.

Av. TURGUT DİBEK CHP Kırklareli Milletvekili

YÖK’ün yeni yönetmelik taslağı


Açalya Temel, Cihan Taylan Akdağ, Ümit Akıncı
Eğitim Sen İzmir 3 No’lu Şube Üyeleri  21.10.2009 Evrensel

Bu günlerde üniversite emekçilerinin gündeminde yine YÖK’ün yeni bir taslağı var.

Bu günlerde üniversite emekçilerinin gündeminde yine YÖK’ün yeni bir taslağı var. Yönetmelik taslağında üniversitelerde ‘Yüksek ve sürdürülebilir kalitede hizmetlerin sağlanabilmesi’ amacıyla ‘dış paydaşların’ da içinde olduğu ‘danışma kurulları’ kurulmasından bahsediliyor. Taslakta tanımlanan haliyle kurulun, yükseköğretim kurumundan ve ‘o ildeki sanayi ve ticaret odası başkanları veya temsilcileri’, ‘valiliğin belirleyeceği iki kamu kuruluşu müdürü’ (örneğin il emniyet müdürlüğü!) gibi ‘dış paydaşlar’dan oluşturulacağını anlıyoruz. Ayrıca taslakta kurul kararlarının ‘tavsiye niteliğinde’ olduğu belirtiliyor.

Sermayenin geçirdiği değişimler göz önüne alındığında, bu değişimleri ve emek mücadelesinin dinamiklerini doğru yerden okuyan üniversite emekçileri için bu taslak elbette bir sürpriz olmadı, tıpkı yakın zamanda yine YÖK’ün ‘üniversitede tam zamanlı çalışma’, ‘araştırma görevlilerinin iş güvencesi’ gibi konularda attığı adımlarda olduğu gibi. YÖK’ün yakın zamandaki bu ve benzeri açıklamalarından okuyabildiğimiz, üniversitede hayata geçirilmeye çalışılan diğer dönüşümler gibi bu taslakla hayata geçirilmeye çalışılan dönüşüm de sermayenin geçirdiği bu değişimlere karşılık, emeğin yeniden konumlanışını sağlamaktır. Bu taslağın yönetmelik haline gelmesi durumunda, kafa emeği ile yürütülen üretim süreçlerinin işçileri olan ‘akademisyenler’ ve diğer tüm üniversite çalışanlarının sermaye karşısındaki konumlanışları değişecektir. Bunun en somut görüngüleri ise üniversitede zaten başlamış olan aşağıdaki süreçlerin hızlanması olarak karşımıza çıkacaktır:

i) Sermayenin doğrudan ihtiyacı olmayan (Bununla birlikte toplumun ihtiyacı olan) bilginin üretilmemesi

ii) Üniversite içindeki istihdam biçimlerinin sermayenin değişen ihtiyaçlarına göre kısa zamanda yeniden düzenlenmesi (Tüm emek süreçlerinde olduğu gibi esnek çalıştırma ve taşeronlaşmanın hızlanarak üniversite içinde daha da yayılması)

iii) Toplum yararından çok kârlılığı gözeten zihniyetin üniversite içinde daha da hızlı yayılması ve bunun sonucunda, çoğu yarının emekçileri olacak olan öğrencilerin toplumsal sorumluluk, dayanışma gibi değerlerden uzaklaşarak rekabet, kâr gibi değerlerle hareket eder hale gelmeleri

iv) En sonunda da kamusal bir hizmet olan eğitim ve bilimin tümüyle sermayenin konusu haline gelmesi…

Taslak üst yazısında yönetmeliğe dayanak olarak Türkiye’nin 2001’de dahil olduğu ‘Bologna Süreci’ne gönderme yapılmaktadır. ‘Bologna süreci’, kapitalizmin geldiği gelişmişlik düzeyinde sermayenin değişen ihtiyaçlarını karşılamak üzere emeği yeniden yapılandırma çabasının üniversitelerdeki izdüşümünden başka bir şey değildir. Türkiye’nin sürece dahil olmasının ardından sürecin önerdiği temel ilkeleri ‘ete kemiğe büründürmek’ adına YÖK Strateji Raporu (2007) ve TÜSİAD Yükseköğretim Raporu (2008) yayınlanmıştır. Bu raporlar da üniversiteye ‘öneri niteliğinde’ dönüşümler sunarlar. Özellikle YÖK Strateji Raporunda üniversitelerdeki yönetim modeli, eğitim sistemi, finansman yapısı ve istihdam rejimi, bilim üretim süreci gibi konularda yapılması gerekli değişimler, atılması gereken somut adımlarla anlatılmıştır. Üniversitedeki emek mücadelesinin durumu gereği, ‘öneri niteliğindeki’ bu değişimler üniversite içinde yer bulmuştur/bulmaktadır. Artık rektörler, dekanlar, bölüm başkanlarından, yönetimdeki söz sahipliği belirli dönemlerde oy kullanmaktan öteye geçmeyen akademisyenlere ve diğer çalışanlara kadar çoğu üniversite emekçisi ‘kalite’, ‘paydaş’, ‘özerklik’, ‘rekabet’, ‘yenilikçilik’, ‘projecilik’, ‘yaşam boyu öğrenim’ gibi sermayenin üniversitedeki emek süreçlerine soktuğu kavramlarla düşünür olmuşlardır.

YÖK bu taslağı üniversitelerden geribildirim istemek üzerine sunmuştur, tıpkı öncesinde sunduğu tüm öneriler/taslaklar gibi! Yine öncesinde olduğu gibi üniversitelerde konu ile ilgili geribildirim oluşturulması adına hiçbir süreç işletilmemiştir. YÖK’ün kendini demokratik bir ambalaj içinde sunma çabalarının da bir parçası olan bu düzenleme, üniversite yönetiminin demokratikleştirilmesi ve tek merkezlilikten çıkarılması gibi lanse edilse de, bunun sonucunun sermayenin sesinin diğer bileşenleri bastıracağı bir yönetişimcilikten ibaret olduğu unutulmamalıdır.

Üniversitedeki dönüşümün, diğer tüm emek süreçlerindeki dönüşümlerle aynı temelde olduğunun ve üniversitedeki bu dönüşüme karşı durmanın ancak öncelikle üniversitedeki tüm emekçilerin birleşik bir mücadelesiyle mümkün olduğunun farkında olan bizler bu taslağa da, tıpkı daha öncekiler de olduğu gibi ‘hayır’ diyoruz.

İlkini Mart 2008’de İzmir’de ve ikincisini Kasım 2008’de Ankara’da düzenlediğimiz ‘üniversite emekçileri forumu’ ile üniversite emekçilerinin birleşik mücadelesini yeniden örme çabamız devam ediyor. Bu doğrultuda Şubat 2009’da Kocaeli’nde toplanan forumumuz öncesinde ‘Kocaeli Üniversitesi Emekçileri Platformu’ kurulmuştur ve diğer illerde bu platformların kurulma çalışmaları devam etmektedir.

Yine aynı doğrultuda üniversite içinde Eğitim Sen, SES ve DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlü üniversite emekçilerinin mücadelelerinde eşgüdümü sağlaması düşünülen ve Eğitim Sen genel merkez düzeyinde çalışan ‘yükseköğretim bürosu’ geçtiğimiz aylarda kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır. Bu yöndeki çalışmalarımızı http://www.universiteemekcileri.org internet sayfamızdan takip edebilirsiniz.

KESK ve DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlenmiş olan tüm üniversite emekçilerini, üniversitedeki emek mücadelesini yeniden yükseltebilmek adına birlikte mücadeleye çağırıyoruz.

Üniversiteleri Ticarileştirme Girişimlerine Karşı İmza Kampanyası

Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından hazırlanan üniversitelerde danışma kurulları kurulmasını öngören yönetmelik taslağı 25.09.2009 tarihli yazıyla üniversitelere gönderilmiş ve üniversitelerden görüş bildirmeleri istenmiştir. Ancak üniversite rektörlükleri bu konuda kendi birimlerinden görüş alma mekanizmalarını çalıştırmamıştır. Üniversitelerde yaşanan dönüşümün son halkası sayılabilecek bu taslakla ortaya çıkacak dönüşümden kaygı duyan üniversite çalışanları olarak bu tasarıya ilişkin görüşlerimizi kamuoyuna duyuruyoruz:
  • Bu yönetmelik taslağı ile sermaye ve siyaset kurumları temsilcilerinin üniversitenin bilimsel işlevlerini doğrudan belirleyen konuma gelmeleri amaçlanmaktadır. 
  • Bu sürece kadar YÖK Strateji Raporu ve TÜSİAD yükseköğretim raporları aracılığıyla gündeme getirilen dönüşüm bu taslak ile yönetmelik haline getirilerek yasallaştırılmaya çalışılmaktadır. 
  • Oysa her türlü sermaye ve siyaset kurumunun üniversite üzerindeki belirleyiciliği üniversitenin toplumsal yarar üreten kurum olma özelliğine aykırıdır. 
  •  Üniversitelerde bilimin üretilebilmesi ancak özerk olması, bir başka deyişle üniversitelerin siyaset ve sermaye kurumlarının belirleyiciliğinden uzak olması ile mümkündür. 
  • YÖK'ün, üniversiteleri özerk, bilimsel, demokratik, toplum yararı için çalışan kurumlar olmaktan uzaklaştıran diğer uygulamalarıyla birlikte düşünüldüğünde bu taslağın yönetmelik haline gelmesi üniversiteleri geri dönülmesi olanaksız bir noktaya getirecektir.
  • Öyle ki, tamamen piyasa güçlerinin eline geçen üniversitelerde iş güvencesi, akademik özerklik ortadan kalkacak, taşeronlaşma ve esnek çalışma uygulamaları hızlanacak, üniversitenin şirketleşmesi sonucunda toplum yararını değil sadece karlılığı hedefleyen öğrenciler yetiştirilecektir. Biz aşağıda imzası olanlar bu yönetmelik taslağına karşı olduğumuzu kamuoyuna bildiriyoruz.

Al sana açılım! al sana akademik özgürlük!

Radikal 08.10.2009

Erdoğan ve Gül'ün yeni akademik yıl nedeniyle 'tartışın' mesajı verdiği Yıldız Teknik Üniversitesi, Kürt sorununa ilişkin görüşlerini açıklayan Göral'ı hak ettiği kadroya atamadı

UMAY AKTAŞ SALMAN

İSTANBUL - Başbakan Tayyip Erdoğan’la Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni akademik yılın başlaması nedeniyle düzenlenen törende ‘ifade özgürlüğü’ne vurgu yaparak ‘tartışın’ mesajı verdiği Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ), Kürt sorununun ele alındığı bir televizyon programına katılan sözleşmeli öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral’ı görüşlerinden ötürü, hak ettiği atamaya ‘layık’ bulmadı. Ataması, ‘öğrencilere Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilinci, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici irade gücü kazandırmayacağı’ gerekçesiyle yapılmayan Göral, o programda “Kürt sorunu ciddi bir ezilmişliğin sonucudur. Polisler tarafından Kızıltepe’de öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz da bu ülkenin eşit yurttaşıdır” demişti.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Göral, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri Enstitüsü’nde tamamladı ve burada araştırma görevlisi oldu. Daha sonra Paris’teki Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (EHESS) tarih doktorasına başladı. İki yıl sonra Türkiye’ye döndü ve 2006 yılında YTÜ Fen Edebiyat Fakültesi’ndeki İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde sözleşmeli olarak ders vermeye başladı.

CHP’li Öymeni’i eleştirdi
Geçen ekimde okulda öğretim üyesi kadrosu açıldı. Göral, 13 Kasım 2008’deki sınavı geçti ve atanmaya hak kazandı. Ancak akademik hayatı sekiz gün sonra, bir özel TV’de Kürt sorununun tartışıldığı programa katılınca altüst oldu. Programın konukları arasında yer alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’le tartışan Göral, şunları anlattı:
“Öymen, Kürt sorununun dış mihraklarca yaratıldığını söyledi. Ben bunların eski düşünceler olduğunu, hiçbir dış mihrakın, ortada bir sorun olmadan sorun çıkaramayacağını söyledim. Ciddi bir ezilmişliğin sonucu olarak Kürt sorunun çıktığını belirttim. Öymen, programda DTP’li Hasip Kaplan’a ‘PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz’ diye sıkıştırıyordu. Ben de DTP’nin 3 milyon oyu terörist demediği için aldığını, artık bunun üzerinden konuşmak gerektiğini söyledim. Toplumsal mesele olarak kabul edip, sebeplerini konuşmak gerektiğini söyledim. Kızıltepe’de öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın da bu ülkenin eşit yurttaşı olduğunu anlattım.”
Programdan sonra, bir üniversite yönetisi arayıp hakkında İstanbul Emniyeti’nden dosya geldiğini söyledi. Daha sonra da ataması yapılmadı. Bunun üzerine Göral, 30 Mart 2009’da üniversite yönetimine bir dilekçe verdi. Dilekçesine yanıt gelmeyince geçen temmuzda İstanbul 10. İdare Mahkemesi’ne yürütmeyi durdurma talebiyle dava açtı.
YTÜ mahkemeye gönderdiği savunmada Göral’ın ‘o programdaki beyanları nedeniyle ders anlatamayacağını ve kadroya layık olmadığı’nı öne sürdü. Üniversite bu savunmasını 687 sayılı Devlet Memurları Kanunu’yla 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’na dayandırıyordu.
YTÜ, 687 sayılı kanunun “Devlet memurları hiçbir şekilde siyasi ve ideolojik amaçlı beyanda ve eylemde bulunamaz ve bu eylemlere katılamazlar” dediğini anımsatırken Yükseköğretim Kanu’nun 4. maddesinin ‘yükseköğretimin amacı öğrencilere Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilinciyle milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırmaktır’ hükmünü içerdiğini belirtti.
Üniversite ayrıca ‘sınava giren diğer üç adayın beceri ve yeteneklerinin yeteri kadar iyi değerlendirilmediği ve sınav komisyonunun subjektif karar verdiği’ yönündeki tespit nedeniyle de Göral’ın atamasının yapılmadığını belirtiyordu.
Göral’ın yürütmeyi durdurma talebini mahkeme reddetti. Avukatı aracılğıyla karara itiraz eden Göral, buradan da bir sonuç alamazsa konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıyacağını söyledi.

Gül ve Erdoğan’dan özgürlükçü mesajlar

Özgür Sevgi Göral’ın düşüncelerini açıkladığı için kadrosunun engellendiği Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) yeni akademik yılın başlaması nedeniyle dün tören vardı. Törene katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, düşünce ifade özgürlüğüne vurgu yaptı: “Farklı düşünceler zenginliktir. Bunlar tartışılarak, çatıştırılarak, müzakere edilerek ‘hakikat güneşi’ bulunur. Tek sesliliği, tek renkliliği, tek tipi dayatanların, ülkemize de insanımıza da eğitim kalitemize de ne kadar büyük zarar verdiklerini ne yazık ki gördük. Tam tersine biz diyoruz ki ‘bu ülkenin her bir vatandaşı birinci sınıf vatandaştır. Rengi ne olursa olsun, düşüncesi ne olursa olsun birinci sınıftır’”.
Yeni akademik yılın başlaması nedeniyle YTÜ Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek’e bir mesajı gönderen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de üniversitelerin yeni fikirlerin yeşermesine ve tartışılmasına imkân sağlamasının büyük önem taşıdığını kaydetti. Cumhubaşkanı Gül mesajında şunları söyledi:
“Toplumdan kopuk, gelişmelerden uzak bir üniversitenin işlevlerini yerine getirmesi mümkün değildir. Ülke meseleleri konusunda fikir ve çözüm üretmek de üniversitelerin görevleri arasında yer almaktadır. Ancak üniversitelerin bunu yaparken siyasallaşmamaları büyük önem taşımaktadır.”

Üniversiteler demokratik açılıma kapalı

Türkiye ‘demokratik açılım’ı tartışır, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan her fırsatta herkesin fikrini söylemesi gerektiğini belirtirken, üniversitelerde aksi yaşanıyor. Özgür Sevgi Göral’ın başına gelenler tek örnek değil. Marmara Üniversitesi (MÜ) AB Enstitüsü’nde ‘Çoğunluk İktidarı ve Azınlık Hakları Direnişi: Türkiye’de Kürtçe Dil Hakları’ konulu doktora tezi hazırlayan akademisyen Nesrin Uçarlar geçen temmuzda üniversite yönetimince bölücülükle suçlandı ve seviye durdurma cezası verildi. YÖK, cezasının kaldırılmasını istediyse de sonuç değişmedi. Uçurlar’ın çilesi bununla da bitmedi tez danışmanı Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan tarafından tezini anlatması için çağrıldığı MÜ Haluk Ulman Salonu’ndaki konferansta, polis de hazır bulundu.

‘Resmi tezli’ yurtdışı bursu
Yine MÜ’de, geçen yıl yurtdışına burslu gitme koşulu olarak öğrencilere, dış politika konularında ‘devlet tezleri kursu’ dayatılmıştı. Dört günlük eğitimde, yurtdışına gidecek 150 öğrenciye Pontus, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunlarına ilişkin resmi tezleri anlatılmıştı. Eğitimlere katılmayanların yurtdışına gidemeyecekleri bildirilmişti.
Gazi Üniversitesi Rektörü Rıza Ayhan da önceki gün üniversitenin akademik yılı açılışında yaptığı konuşmada Kürtçe eğitim ve öğretime karşı çıkarak, “Anayasamızın amir hükümlerine rağmen bazıları üniversitelerde anadilde eğitim ve öğretimden bahsetmekte ve bunu demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak olarak değerlendirmekte” demişti.

ASİSTANLARDAN REKTÖRE ÇAĞRI:Yargı kararını tanıyın

İSTANBUL Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’in Danıştay kararını uygulamasını isteyen araştırma görevlileri, dün soruşturma heyeti karşısına çıktı. Yeni öğretim yılına soruşturmayla giren 40 asistana, akademisyenler, asistanlar ve öğrenciler destek verdi. Rektörlüğün, artık yargı kararlarını tanıması istendi.

İSTANBUL Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’in Danıştay kararını uygulamasını isteyen araştırma görevlileri, dün soruşturma heyeti karşısına çıktı. Yeni öğretim yılına soruşturmayla giren 40 asistana, akademisyenler, asistanlar ve öğrenciler destek verdi. Rektörlüğün, artık yargı kararlarını tanıması istendi.

Özlük hakları için mücadele eden 50d’li asistanlar, Danıştay’da açtıkları davayı kazandıktan sonra atama işlemlerini yapmayan Söylet’i, kararı uygulamaya çağırmıştı. Bu eylemin ardından 6 asistan soruşturmalık olmuştu. Geçtiğimiz günlerde 35 araştırma görevlisi ve 5 idari görevliye de soruşturma açıldı. Soruşturmaya gerekçe olan eylemde, 200 asistan, Söylet’ten randevu istemiş, ancak bu talepleri reddedilmişti. İş güvenliği mücadelesi verdiği için soruşturmalık olan 40 asistan, dün İÜ Merkez Kampüsü’nde soruşturma heyetine savunma yaptı. 100’den fazla akademisyen, asistan ve öğrenci ise, Beyazıt Meydanı’nda yaptıkları eylemle Söylet’i protesto etti, araştırma görevlilerine destek verdi.

‘YARGI KARARI GÖRMEZDEN GELİNİYOR’

Dün İÜ fakülteleri arasında yapılan yürüyüşün ardından kalabalık, asistanların iş güvenliğini ortadan kaldıran 50/d maddesi ve Söylet’i protesto eden sloganlarla Merkez Kampüs’ün ana kapısına yürüdü. Ana kapı önünde İÜ Araştırma Görevlisi Temsilciler Kurulu adına açıklama yapan Hukuk Fakültesi Temsilcisi Cemil Ozansü, Rektör Söylet’in 5 ay önce alınan Danıştay kararını hala uygulamadığına dikkat çekerek hakları için mücadele eden asistanlar karşısında ‘disiplin’ sağlamaya çalıştığını belirtti. Açılan soruşturmanın 4 ay önceki eylemler kurcalanarak hazırlandığını söyleyen Ozansü, “Anlamsız bir inatlaşmaya dönen yargı kararlarını görmezden gelme çabalarına derhal son verilmeli. Yeni öğretim yılı İÜ çalışanlarına disiplin soruşturmalarıyla değil, huzur ve gelecek umudu getiren uygulamalarla başlamalı” dedi.
Eylemde konuşan Eğitim Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Denetleme Kurulu Üyesi Görkem Doğan, 50/d’ye karşı asistanların mücadelesinde, başı İÜ’lü asistanların çektiğini vurguladı. Doğan, “Bu mücadele esnasında rektörlük, asistanların taleplerinin haklı olduğunu dile getirdi, fakat YÖK’ten gelen tehditlere kısa zamanda boyun eğerek, sorunun bir parçası oldu” dedi.
(İstanbul/EVRENSEL)

İÜ‘den 40 asistana daha soruşturma

İstanbul Üniversitesi (İ.Ü.) Rektörü Prof.Dr. Yunus Söylet 40 asistana daha soruşturma açtı.

Haziran ayında özlük hakları için mücadele eden 50d’li asistanlardan altısına soruşturma açan İ.Ü. Rektörü Prof.Dr. Yunus Söylet, 4 ay sonra aynı sebeple 40 asistana daha soruşturma açtı.

50d’li asistanlar Danıştay’da açtıkları davayı kazanmışlardı. Buna rağmen atama işlemlerini yapmamakta ısrar eden Söylet’i mahkeme kararını uygulamaya davet eden asistanlardan 40’ı hakkında daha soruşturma açıldı.

Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD) Cuma günü konuya dair bir açıklama yaparken, açıklamasında bütün bilim insanlarını, ÜKD üyelerinin de aralarında bulunduğu asistanlara, 14 Eylül Pazartesi günü destek vermeye davet etti.

ÜKD’nin yaptığı açıklama şöyle:

Basına ve Kamuyouna,

İstanbul Üniversitesi İdaresi, bugün aralarında üyelerimizin de bulunduğu 35 araştırma görevlisi ve 5 idari görevli hakkında soruşturma başlatmıştır. Açılan soruşturma, üniversitelerde araştırma görevlilerinin iş güvencesini ortadan kaldıran 50/d maddesine karşı 20 Mayıs tarihinde, 13 araştırma görevlisinin işten atılmasını engellemek ve İstanbul Üniversitesi idaresine konuyla ilgili yargı kararını hatırlatmak amacıyla yapılan eylemle ilgilidir.

Söz konusu eylemde, tümü İstanbul Üniversitesi çalışanı olan 200 kişi, çalıştıkları kurumun yöneticisi konumunda olan Rektör Prof.Dr. Yunus Söylet’ten randevu talep etmiş, ancak bu talepleri reddedilmiştir. Sonrasında bu kişilerden altısı hakkında soruşturma açılmış, bugün açılan soruşturmalarla ise soruşturmanın kapsamı genişletilmiştir.

Açılan soruşturma, başta üniversitelerde idari soruşturmalara yönelik bir aylık zamanaşımı süresi olmak üzere, pek çok açıdan hukuka aykırıdır. Üniversite Konseyleri Derneği, Türkiye'nin en köklü hukuk fakültesine ev sahipliği yapan İstanbul Üniversitesi'nin hukuk, anayasa, yasa ve yönetmeliklerden habersiz kişiler tarafından yönetildiğini düşünmemektedir. Dolayısıyla açılan soruşturmanın, haklarını arayan İstanbul Üniversitesi çalışanlarının tüm akademi camiasına örnek teşkil etmekte olan örgütlü ve akademisyen onuruna yakışır mücadelesine karşı bir yıldırma çabası olduğu değerlendirilmektedir.

Üniversite Konseyleri Derneği, bilim üretiminin önkoşulunun iş güvencesi olduğunu, iş güvencesi olmayan, idari açıdan her türlü tehdide açık 50/d kadrosunun bilim üretmeye müsait bir istihdam biçimi olmadığını savunmaktadır. Araştırma görevlilerinin bilimsel gelişim ve üretiminin önünün açılması isteniyorsa, Türkiye'nin kamu üniversitelerinde 50/d maddesi çerçevesinde istihdam edilen tüm araştırma görevlileri 33/a maddesi ile düzenlenen sürekli kadroya alınmalı, ardından da 50/d maddesi yürürlükten kaldırılmalıdır.

Bu çerçevede Üniversite Konseyleri Derneği, başta Rektör Prof.Dr. Yunus Söylet olmak üzere İstanbul Üniversitesi idaresini hukuka ve bilime saygıya davet etmektedir.
Haklarında soruşturma açılan araştırma görevlileri ve idari personelden 14 Eylül Pazartesi günü savunmalarını yapmaları istenmiştir. Üniversite Konseyleri Derneği, aralarında üyelerinin de bulunduğu bu 40 kişiye destek vermek için, 14 Eylül Pazartesi günü saat 13:30'da İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü Ana Kapısı önünde olacaktır.

Derneğimiz, başta bilim insanları ve üniversite öğrencileri olmak üzere, araştırma görevlilerinin üniversitelerde işten atılma korkusu yaşamadan, özgürce bilim üretebilmesini isteyen tüm duyarlı insanları bu eyleme destek vermeye, tüm basın kuruluşlarını da eylemi izlemeye ve kamuoyuna aktarmaya davet eder.

Saygı ile duyurulur.
11.09.2009
Üniversite Konseyleri Derneği

Tülay Arın'ı Kaybettik

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi emekli öğretim üyesi Tülay Arın 30 Ağustos günü kalp krizi nedeniyle yaşama veda etti. Profesör Arın, sosyal ve ekonomik eşitsizlikler, kadın emeğinin ekonomideki yeri, iktisadi krizler gibi konularda yaptığı çalışmalarla biliniyordu. Arın, üniversite özerkliği, üniversite çalışanlarının örgütlenme hakkı ve parasız eğitim için de mücadele etmişti.

Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde tamamlayan Arın, doktorasını George Washington Üniversitesi'nden aldı.

1977'de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayan Arın, George Washington Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), Ankara Üniversitesi ve Erciyes Üniversitesi'nde de dersler verdi.

Tarih Vakfı'nın kurucu üyeleri arasındaydı. TCK 301. maddenin kaldırılması için imza veren aydınlar arasında yer aldı. Öğretim Elemanları Sendikası'nın (ÖES) kurucuları arasındaydı. Öğretim Üyeleri Derneği'nde de çalıştı.

Belge Yayınları'nın 11. Tez kitap dizisinin oluşturucularından biriydi. Maliye politikalarının yanı sıra, kapitalizm eleştirisi konusunda çevirileri ve makaleleri derlemelerde yer aldı.

TÜLAY ARIN'IN ASİSTANI DR. SERMİN SARICA'NIN KALEME ALDIĞI "TÜLAY ARIN'IN ARDINDAN" BAŞLIKLI YAZI İÇİN TIKLAYINIZ...


Danıştay YÖK'ün Yürütmeyi Durdurma Kararına İtirazını Reddetti

Danıştay, 17 Nisan 2009 tarihinde Eğitim-Sen'in başvurusu doğrultusunda 26 Kasım kararının
yürütmesinin durdurulmasına karar vermişti. Bu karara itiraz eden YÖK'ün itirazı Danıştay tarafından reddedildi. Gelişmeler Danıştay'ın 26 Kasım kararlarını tamamen iptal edeceği izlenimi veriyor. Bu durumda 31 Temmuz yönetmeliği ile doktora sonrası için YÖK tarafından hayata geçirilmek istenen uygulamanın hukuki bir dayanağı kalmayacak. Ancak gelişmeler YÖK'ün hukuku zorlamaya çalışacağını gösteriyor. Bazı üniversitelerde yurtdışı doktora bursu alıp zorunlu hizmet yükümlülüğü nedeniyle 33. maddeye atanacak araştırma görevlilerine bile 31 Temmuz yönetmeliği uyarınca merkezi sınava girme dayatması yapılıyor. Ve burası bir hukuk devleti! Bilmeyenlere ilan olunur...

DANIŞTAY KARARI İÇİN RESMİN ÜZERİNİ TIKLAYINIZ.