20 Haziran 2010 Birgün Pazar
FEHMİ ÜNSALAN
Türkİye’de neo-liberal dönüşümün kendini en köklü şekilde hissettirdiği yerlerden biri kuşkusuz ki üniversiteler. Bilimsel araştırmaların yerini piyasanın çıkarlarına uygun projelerin aldığı bu yeni düzen, üniversiteleri şirketler gibi profesyonelleşmeye itmekte, akademisyenleri ise bilim adamı olmaktan ziyade girişimci olarak nitelemekte. İktidar partisine olan yakınlığı ile öne çıkan Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanı olması ile hızlanan söz konusu dönüşüm süreci üniversite anlayışını piyasaya hizmet etmek adına, onun ilkelerine göre yeniden düzenleyerek gerçekleştirmekte. Bu anlamda ilk akla gelenler başta üniversitelerin piyasa ile uyumlu hale gelmesi adına topyekün bir dönüşümü öngören Bologna süreci. Bir diğeri de araştırma görevlilerinin iş güvencesi meselesi.
Üniversitelerde, 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50. Maddesi D Fıkrasına göre (50d) çalışan araştırma görevlilerinin yaşadığı sorunlar bir süredir gündemdeki sıcak yerini kaybetmiş durumda, lakin birçok üniversitede sorunun çözümüne dair somut adımlar atıldığını söylemek mümkün değil. Bilindiği gibi 50d kadrosunda istihdam edilen araştırma görevlileri doktoralarını tamamlayıp doktor olmaya hak kazanmalarına rağmen sözleşmeleri gereği üniversite ile ilişikleri kesilmekte. Buna gerekçe olarak da YÖK’ün 26 Kasım 2008 tarihli 50d’ye göre istihdam edilenlerin 33a maddesine göre kadroya geçirilmemesi şeklinde özetlenebilecek kararı gösterilmekte.
Sorunun araştırma görevlileri ve üniversite boyutları açıkça ortada: 50d’li araştırma görevlileri, akademik yaşamlarının devamlılığını sağlayabilmek adına iş güvencesi talep etmekte. Bilimsel birikim sağlamak ve gelenek oluşturmak kaygısına sahip hiçbir üniversitenin de geçici kadrolar ve bu piyasa endeksli akademik verimlilik sisteminden fayda sağlayamayacağı ortada.
Bu bağlamda öncelikle sorunun geniş ölçekli olduğunu kabul etmek gerek: Performans, değerlendirme, eğitim ve araştırmanın ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma çabası, ‘toplam kalite sistemi’nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi ilkesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında yeni bir form kazanan üniversite, bu formuna uygun bir iş düzenini de oturtmak istiyor.
Bu anlamda araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorununun aslında sadece bir ilk adım olarak değerlendirilmesi gerek. Süreç içinde Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Amerika’da olduğu gibi akademininin tümüne yayılacak olan bir iş güvencesi problemine dönüşeceği açık. Bu da söz konusu sorunun politik bir mücadele alanı olarak öne çıkartılması zorunluluğunu doğuruyor. YÖK sonrası açık bir şekilde birbirleri ile ilişkisi kopartılan üniversite emekçilerinin yeniden birleşmesi ve mücadelenin zeminini genişletmeleri gerekmekte.
Süreç içinde Danıştay Eğitim-Sen’in başvurusuyla 26 Kasım kararlarının yürütmesini durdurma kararı aldı ve 50d’li araştırma görevlilerinin 33a kadrosuna atanmasını hukuki olarak mümkün kıldı. Buna rağmen birçok üniversitede sorunun çözüldüğünü söylemek zor. YÖK’ün kendilerine verdiği olağanüstü yetkilerle donatılmış rektörlerin sadece küçük bir kısmı mevcut durumu bir sorun olarak görmekte.
MÜCADELE RUHUNU BÜYÜTELİM
50d’li araştırma görevlilerinin başta İstanbul Üniversitesi’nde olmak üzere sergiledikleri direniş aslında akademinin uzun zamandır ihtiyacı olan dayanışma ruhunu canlandırmak adına önemli bir adım olarak dikkatleri üzerine çekti. Başlangıç amacı kamuoyu desteği sağlamak olan bu direnişler bir süre sonra araştırma görevlilerinin üniversitedeki kimliklerinin farkına varmalarını sağlayacak şekilde onları biraraya getirdi (ya da getirebilirdi).
50d’li araştırma görevlilerinin direnişinin en önemli kazançlarından biri de aynı üniversitede olmalarına rağmen birbirleri ile herhangi bir ilişkisi olmayan araştırma görevlilerinin öncelikle birbirlerinin farkına varmasını sağlamak oldu. Süreç içinde birçok araştırma görevlisi sendika üyesi oldu, birçokları konformist duruşlarını terkederek sorunun salt araştırma görevlilerinin sorunu olmadığını, aksine politik bir mücadele alanı olarak karşılanması gerektiğini fark ettiler.
Son söz olarak şunu da söylemek gerekir ki sorun sadece üniversitenin sorunu olarak algılandığı sürece bir yere varılamayacağı açık. Temel olarak neoliberal politikaların baskısını ensesinde hisseden işçi sınıfının topyekün bir dayanışması bir zorunluluk. Bu da araştırma görevlileri, TEKEL işçileri, tersane işçileri, maden işçilerinin biraraya gelmesi ile mümkün.
FEHMİ ÜNSALAN
Türkİye’de neo-liberal dönüşümün kendini en köklü şekilde hissettirdiği yerlerden biri kuşkusuz ki üniversiteler. Bilimsel araştırmaların yerini piyasanın çıkarlarına uygun projelerin aldığı bu yeni düzen, üniversiteleri şirketler gibi profesyonelleşmeye itmekte, akademisyenleri ise bilim adamı olmaktan ziyade girişimci olarak nitelemekte. İktidar partisine olan yakınlığı ile öne çıkan Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanı olması ile hızlanan söz konusu dönüşüm süreci üniversite anlayışını piyasaya hizmet etmek adına, onun ilkelerine göre yeniden düzenleyerek gerçekleştirmekte. Bu anlamda ilk akla gelenler başta üniversitelerin piyasa ile uyumlu hale gelmesi adına topyekün bir dönüşümü öngören Bologna süreci. Bir diğeri de araştırma görevlilerinin iş güvencesi meselesi.
Üniversitelerde, 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50. Maddesi D Fıkrasına göre (50d) çalışan araştırma görevlilerinin yaşadığı sorunlar bir süredir gündemdeki sıcak yerini kaybetmiş durumda, lakin birçok üniversitede sorunun çözümüne dair somut adımlar atıldığını söylemek mümkün değil. Bilindiği gibi 50d kadrosunda istihdam edilen araştırma görevlileri doktoralarını tamamlayıp doktor olmaya hak kazanmalarına rağmen sözleşmeleri gereği üniversite ile ilişikleri kesilmekte. Buna gerekçe olarak da YÖK’ün 26 Kasım 2008 tarihli 50d’ye göre istihdam edilenlerin 33a maddesine göre kadroya geçirilmemesi şeklinde özetlenebilecek kararı gösterilmekte.
Sorunun araştırma görevlileri ve üniversite boyutları açıkça ortada: 50d’li araştırma görevlileri, akademik yaşamlarının devamlılığını sağlayabilmek adına iş güvencesi talep etmekte. Bilimsel birikim sağlamak ve gelenek oluşturmak kaygısına sahip hiçbir üniversitenin de geçici kadrolar ve bu piyasa endeksli akademik verimlilik sisteminden fayda sağlayamayacağı ortada.
Bu bağlamda öncelikle sorunun geniş ölçekli olduğunu kabul etmek gerek: Performans, değerlendirme, eğitim ve araştırmanın ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma çabası, ‘toplam kalite sistemi’nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi ilkesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında yeni bir form kazanan üniversite, bu formuna uygun bir iş düzenini de oturtmak istiyor.
Bu anlamda araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorununun aslında sadece bir ilk adım olarak değerlendirilmesi gerek. Süreç içinde Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Amerika’da olduğu gibi akademininin tümüne yayılacak olan bir iş güvencesi problemine dönüşeceği açık. Bu da söz konusu sorunun politik bir mücadele alanı olarak öne çıkartılması zorunluluğunu doğuruyor. YÖK sonrası açık bir şekilde birbirleri ile ilişkisi kopartılan üniversite emekçilerinin yeniden birleşmesi ve mücadelenin zeminini genişletmeleri gerekmekte.
Süreç içinde Danıştay Eğitim-Sen’in başvurusuyla 26 Kasım kararlarının yürütmesini durdurma kararı aldı ve 50d’li araştırma görevlilerinin 33a kadrosuna atanmasını hukuki olarak mümkün kıldı. Buna rağmen birçok üniversitede sorunun çözüldüğünü söylemek zor. YÖK’ün kendilerine verdiği olağanüstü yetkilerle donatılmış rektörlerin sadece küçük bir kısmı mevcut durumu bir sorun olarak görmekte.
MÜCADELE RUHUNU BÜYÜTELİM
50d’li araştırma görevlilerinin başta İstanbul Üniversitesi’nde olmak üzere sergiledikleri direniş aslında akademinin uzun zamandır ihtiyacı olan dayanışma ruhunu canlandırmak adına önemli bir adım olarak dikkatleri üzerine çekti. Başlangıç amacı kamuoyu desteği sağlamak olan bu direnişler bir süre sonra araştırma görevlilerinin üniversitedeki kimliklerinin farkına varmalarını sağlayacak şekilde onları biraraya getirdi (ya da getirebilirdi).
50d’li araştırma görevlilerinin direnişinin en önemli kazançlarından biri de aynı üniversitede olmalarına rağmen birbirleri ile herhangi bir ilişkisi olmayan araştırma görevlilerinin öncelikle birbirlerinin farkına varmasını sağlamak oldu. Süreç içinde birçok araştırma görevlisi sendika üyesi oldu, birçokları konformist duruşlarını terkederek sorunun salt araştırma görevlilerinin sorunu olmadığını, aksine politik bir mücadele alanı olarak karşılanması gerektiğini fark ettiler.
Son söz olarak şunu da söylemek gerekir ki sorun sadece üniversitenin sorunu olarak algılandığı sürece bir yere varılamayacağı açık. Temel olarak neoliberal politikaların baskısını ensesinde hisseden işçi sınıfının topyekün bir dayanışması bir zorunluluk. Bu da araştırma görevlileri, TEKEL işçileri, tersane işçileri, maden işçilerinin biraraya gelmesi ile mümkün.
1 yorum:
Kesinlikle iş güvencesi istiyoruz. Destekçinizim.
Yorum Gönder