Ve Üniversite...

Ahmet Alpay Dikmen
02.12.2009 -Sol

Üniversite, ‘işlevsiz bilgi üretme lüksü’ne sahip tek kurumdur. Buradan ebette ki üniversitenin işlevsiz olduğu sonucunu çıkartmayınız. Emin olunuz, bugün hiçbir işe yaramaz diye düşündüğünüz çalışmalar, yarın, yaşamın tam da merkezinde yer alabilir. Onun gücü, akademik özgürlük ve geleceği kurabilme yeteneğinde gizli olmalıdır. Üniversiteler için ideal olanı, hiç kimsenin hiçbir işlev dayatmadığı, akademisyenlerin kendi ilgi ve meraklarıyla araştırma ve çalışma yapmalarına olanak sağlayan bir özgürlük ortamının yaratılmasıdır. Toplumda bu işleve sahip başka bir kurum yoktur ama toplumların her zaman bu tip yapılara ihtiyaçları vardır.

Öyle bir kurum düşünün ki öğrencileri --çoğunlukla-- her türlü yeniliğe, karşılarına çıkan her türlü görüşe, yaşam biçimine, alternatif olan her şeye en açık oldukları çağlarında bu kuruma girerler. Herbiri rengarenk birer cevher gibidir. İşlendikçe parlar, ışıldar. Sonra da bu cevherleri toplum suyuna karıştırdığınızı düşünün... Bugün içerisinde yaşadığımız ‘tek boyutlu’, hep aynı şeyi özleyen; evlendirme programları, deli yürekler, yemekteyizlerde kendini bulan; aslında asla roman okumayan ama sırf moda olduğu için Ahmet Altan ya da Ayşe Kulin okuyan; tuttuğu takım için canını vermeye hazır, damarını kessen takımının renginde akacak, takımı kadar da sığ, ufku alabildiğine dar; en büyük hayali piyangodan büyük ikramiye kazanmak olan ülkemiz ve hatta dünya insanından farklı bir insan kitlesi ile karşılaşma olasılığımız çok daha büyüktür diye düşünüyorum. Çevremizdeki insanlar birbirlerine ne çok benzemeye başladı; herkes sınıfsal konumlarının modalarını takip etmek için yaşar gibi... Orta üstü gelir grubu tuzu kuru kesimin en büyük hayali Kızıldeniz’de dalış yapıp köpekbalıklarını seyretmek, Fransa Alplerine kayak yapmaya gitmek, arada da şarap tatmak ya da Tibet’te tatil yapmak... Elbette bunlar şu anda aklıma gelenler!! Bu modayı çoğu ‘yırtmış’ tuzu kuru arkadaşlarımdan elimden geldiğince öğrenmeye çalışıyorum ama son zamanlardaki modaları kaçırmış olabilirim!! Orta altı gelir seviyesinin hayalleri ise arabalarla sınırlı kalıyor; örneğin Volkswagen Passat almak. Bundan 10-15 yıl önce bu grup için en büyük hayal yazlık almaktı. Belki de krizin etkisiyle son zamanlarda bu gelir grubunun hayali araba markalarına kaydı. En alt gelir grubunun hayali ise hala cep telefonlarıyla sınırlı kalıyor. Ama sorun şu, herkes sürü gibi hep aynı şeyleri istiyor, hep aynı şeylerden nefret ediyor, hep aynı şeyleri haz ediyor.

Elbette toplumların bu hale getirilmeleri yeni değil. Uzun zamandır aptallaştırılıyor insanlık. Ama burada iki şey kanımca çok önemli; bilgi üretme ve malumat yayma kanallarının iktidarlar eliyle yönlendirilmesi. Üstelik bu iktidarlar günümüzde salt devlet iktidarları da değil. Devletin bilgi üretme kanalları ve malumat yayma kanalları dahil birçok özel ve kamusal kanal sermaye ve piyasanın sığlığı eliyle yönlendiriliyor.

Önceki yazılarımızda üniversitelerin piyasaya nasıl eklemlendirildiğini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmıştık. Oysa bu sadece ‘üniversite’ olarak adlandırılan ve hikmeti kendinden menkul, kapalı bir yapı üzerinde etkili olmuyor. Bilgi üretme süreçlerinin piyasa iktidarına teslim edilmesi toplum suyunun da renksizleşmesinin en önemli nedenlerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.

***

Bu ayki yazımla birlikte üniversite üzerine yazdığım dördüncü yazı oluyor. Bu yazılarda üniversiteyi hep kötü anlattım. İnkar etmiyorum, kötü yanları çoğunlukta! Ama 25 yıla yaklaşan üniversite hayatımda, üniversitelerde bozkır güneşi gibi aydınlık birçok hoca ve insan tanıdım. Üniversitenin iyi yanı, işte bu güzel insanlar. Sizlere bu insanlarda iki tanesini kısaca tanıtmak istiyorum. Belki bu sayede yukarıda ‘ideal’ üniversiteye dair söylemeye çalıştıklarım daha iyi anlaşılır.

Sizlere tanıtmak stediğim ilk kişi, daha önce de hakkında kısacık bilgi verdiğim Alaeddin Şenel. Alaeddin Hoca’yı 1986 yılında tanıdım. Arkadaşları 1402 ile okuldan uzaklaştırılınca Alaeddin Hoca da istifa etmişti. Ben tanıdığımda çeviri yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Batıkent’te yaşıyordu. Borç-harç edindiği evde kendisine küçük bir oda ayırmış, kalan odaları cüz’i kira bedelleri karşılığında öğrencilere kiraya veriyordu. Odasında, kendi elleriyle yaptığı bir yatak ve bir kitaplık ile kırık dökük 36 ekran siyahbeyaz bir televizyondan başka hiçbir şeyi yoktu. Kitap mülkiyetine karşı olduğu için kitaplığında kütüphaneden ödünç alınmış birkaç kitap duruyordu sadece. Aldığı kiralar ve yaptığı çeviriler yaşamını ancak en basit şekilde sürdürebilmesine olanak sağlıyordu. Her Çarşamba günü öğlen saatinde istifa ettiği okulu Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki arkadaşları ile voleybol oynamak için Cebeci’ye gidiyordu. Ancak çoğu zaman otobüs biletine parası yetmediği için Batıkent’ten Cebeci’ye (16 km) yürüyor, voleybol oynuyor, dönüş için parası yoksa yine yürüyerek dönüyordu. Hiç şikayet etmeden onuruyla 8 yıldan fazla bir süre bu şekilde yaşadı. Üniversiteye 1402’lik hocalar dönmeye başlayınca da dönmek konusunda en zor ikna edilen Alaeddin Şenel oldu. “Uzun zamandır üniversiteden uzak kaldım; literatürü yakından takip edemedim; derslerimi layıkıyla veremezsem diye korkuyorum” dedi. Yukarıda üniversiteye dair bahsetmeye çalıştığım renklerden birisi olarak uzun sakalı ve zıplaya zıplaya ve hep biryerlere yetişecekmiş gibi yürüyüşüyle elbette Alaeddin Hoca görülebilir....

Bir başka örnek Ünal Nalbantoğlu hoca! Kimsenin okumadığı şeyleri okuyup sadece ilgi ve merakıyla akademik hayatını sürdüren, projelere ve projeciliğe tüm kapılarını kapatmış, hem de özellikle son zamanlarda paraya inanılmaz ihtiyaç duyduğu halde ve ODTÜ sosyoloji gibi herkesin projeciliğe gırtlağına kadar battığı bir bölümde “yalnızlık”, “akademik kimlik”, “üniversite” vb. konuları çalışan birisi. Cebelleştiği hastalık dolayısıyla yürümeye dermanı yokken, Ingilizceden okuduğu bir Alman feylezofunun kitabının İngilizce çevirisinde kullanılan bir kelimeden kuşku duyarak Alman Kültür derneğine kadar yürüyen; yazdığı makalelelerin üzerinden 20 kereden fazla gidip, tek tek en uygun kelimeleri seçmeye çalışan inanılmaz titiz bir akademisyen; ya da öğrencilerinin verdiği herşeyi satır satır satıp okuyan, tabiri caizse herbir öğrenci materyalini kırmızı kalemle “ciğerci peşkirine çeviren” özverili hoca.

Yüzlercesi ceplerini doldurup arabalarını yenilemeye çalışırken yukarıda örneklerini vermeye çalıştığım onlarca iyi örneğin akademide etkili olabileceğinden pek emin değilim. Çünkü bu tür insanlar, başta YÖK olmak üzere, üniversiteler, dekanlıklar ve bölüm başkanlıklarınca birer ‘garip yaratık’ olarak görülüyor. Toplum deseniz zaten bu tip insanlara çoktan ‘kaçık’, ‘çatlak’ damgasını vurmuş durumda. Ama Üniversite ve üniversiter yaklaşımı en iyi temsil edenler, etmesi gerekenler de bu ‘kaçık’, ‘çatlak’lar grubu!

Üniversitelerdeki bu onlarca güzel insan için Ezginin Günlüğü’nün şarkısından ödünç alınarak üniversiteye dair söyleyebileceğim son bir söz: “Ah Efendim, sen kazandın ama ben haklıydım”.

0 yorum:

Yorum Gönder