YENİ DÜNYA
Murat Birdal-muratbirdal@gmail.com
20.12.2008 Evrensel
Asistanların taleplerine kulak verelim
Geçtiğimiz hafta içerisinde İstanbul Üniversitesi’nde görevli öğretim üyeleri rektör seçimi için sandık başına gitti. Rektörünü seçti diyemiyorum çünkü bildiğiniz gibi oylama simgesel bir önem taşımanın pek de ötesine geçmiyor. Oylama sonucunda üniversite tercihini belirliyor ama karar önce YÖK sonra da Cumhurbaşkanı tarafından yapılan elemeler sonucunda belirleniyor. İşin iyi tarafından bakarak, ne var bunda Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ya da Devlet Su İşleri Müdürlüğü gibi konuyla ilgisiz kurumlar tarafından belirlenmiyor ya diye düşünebilirsiniz. Ama burada seçimi belirleyen temel faktör adayın iktidara yakınlığı olduğundan rektörü ha DSİ müdürü ha YÖK belirlemiş, sonuç açısından önem taşımıyor.
Belli ki “dağdaki çoban”ın oyunun niteliğini tartışan mankene demokrasi dersi vermekte birbiriyle yarışan hükümet üyeleri üniversite personelinin kendi yöneticisini seçebileceğine güven duymuyorlar. Duymuyorlar ki, yasada değişiklik yapma ihtiyacı hissetmiyorlar. Çok istiyorsanız siz şöyle bir kenara çekilip oylamanızı yapın, nasıl olsa biz sizin yerinize en iyisini seçeriz diyorlar lafın kısası. Öğretim üyelerinin oyunun belirleyici olabilmesi için oyların iktidarın istekleri doğrultusunda olması gerekiyor anlaşılan. Demek ki üniversitelerde demokratik seçimler için en önemli adım biraz daha kadrolaşma. Bu açıdan bakıldığında da iktidarın hakkını teslim etmek gerekiyor.
***
İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeleri oy kullanırken araştırma görevlileri de dışarıda iş güvenliği talebiyle kitlesel bir basın açıklaması düzenlemekteydiler. Giderek yaygınlaşan bir uygulama sonucunda uzunca bir süredir araştırma görevlileri çoğunlukla 50-d maddesi uyarınca burslu öğrenci statüsünde üniversitelere alınmaktaydı. 33. madde altında istihdam edilen meslektaşlarının aksine bu asistanların lisansüstü öğrenimleri sona erdiğinde üniversiteyle ilişiklerinin kesilmesi söz konusuydu. Yakın zamana değin üniversiteler doktorasını savunmak üzere olan asistanları daha kalıcı bir statü getiren 33. maddeye geçirerek işten çıkarılmalarını önlediler. Kimi zaman bölüm başkanlarının ya da dekanlarının onayını alamayarak işten çıkarılan asistanlar olsa da toplu bir mağduriyet yaşanmadığı için fazlaca gündeme taşınmadı. Daha doğrusu bugünü kurtaralım da yarına bakarız anlayışıyla ihmal edildi. Son gelinen noktada ise YÖK Yürütme Kurulu tarafından 26 Kasım tarihinde alınan bir karar uyarınca 33. maddeye geçişlerin önünü kesilerek yeniden kadro ilanı şartı getiriliyor. Yani doktorayı bitiren asistanların üniversiteyle ilişiği kesilerek daha sonradan açılacak kadrolara başvurarak diğer adayların arasında yeniden şanslarını denemeleri isteniyor. Bu kadroların ne zaman ve ne oranda açılacağı ise ayrı bir belirsizlik konusu. Burada kesin olan bir şey varsa o da üniversitenin iş yükünü büyük oranda taşıyan genç akademisyenlerin 7–8 senelik bir lisansüstü öğrenim sürecinin ödülü olarak kapı önüne konacağı. Yeni kararın nasıl uygulanacağını kestiremeyip 26 Kasım sonrasında doktora tezlerini savunanlar bu uygulamanın ilk mağdurları olacak gibi gözüküyor. Kimileri ise bu durumun giderileceği ümidiyle tez savunmalarını erteleyerek bekleyişlerini sürdürüyorlar.
***
Üniversitelerde yaşanan bu gelişmelerin akademide piyasa ideolojisinin hegemonyasını sağlamlaştırmakta büyük rol oynadığı aşikardır. Mevcut koşullar altında özellikle sosyal bilimler alanındaki asistanların gelecek kaygısıyla piyasada iş bulmalarını kolaylaştıracak çalışmalara yönelmeleri kaçınılmaz olacak ve eleştirel çalışmaların akademide tuttuğu yer hızla azalacaktır. Marksist değer kuramı üzerine tez hazırlayan birinin bankada finansal analist olarak işe alınma olasılığını varın siz düşünün.
Burada gerçekten üzücü olan bir diğer durum ise kendileri güvence altında asistanlık yaşamlarını sürdürmüş olan öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun genç meslektaşlarının durumuna göstermiş oldukları duyarsızlık. Vaatlerin havada uçuştuğu rektörlük seçim sürecinde bu konunun gündeme dahi gelmemesi de bunun en önemli göstergesi. Asistanların bunca zaman yardımcı oldukları, “işlerini kolaylaştırdıkları” hocaları tarafından böylesine yalnız bırakılmaları son basın açıklamasından da anlaşıldığı üzere büyük hayal kırıklığı yaratmış.
Son olarak asistanların iş güvencelerini ortadan kaldıran bu uygulamayı yüksek öğrenim sistemimizin yaşadığı yapısal kimi sorunların çözümüne yönelik bir adım olarak değerlendirenlere de seslenmekte fayda var. Öncelikle, zaten düşük ücretlerle çalıştırılan asistanların bir de iş güvencesinden mahkum bırakılmaları durumunda bu kadrolara başvuracakların sayısında ve niteliğinde bir düşüş yaşanacağı piyasanın mantığı açısından da kuşkusuz bir gerçektir. Burada temel unsur atamaların (yalnızca asistanlar için değil tüm öğretim üyeleri için) keyfiyetten ve kayırmacılıktan uzak “objektif” akademik kriterlere dayalı gerçekleştirilmesidir. Ne var ki, bilimsel üretim parça başı üretim mantığıyla değerlendirilemeyeceği için “objektif” olarak nitelendirilebilecek kriterlere ulaşılması da bir o kadar güçtür. Bugüne değin asistanlar için gözetilen kriter doktora tezinin savunulmasıdır. Eğer bu kritere güven duyulmuyorsa sorgulanması gereken öncelikli olarak üniversitelerimizdeki lisansüstü programların yeterliliğidir. Yoksa ALES benzeri sınavlarla farklı bilim dallarında doktorasını tamamlamış akademisyenlerin birikimini ölçmeye çalışmak son derece komiktir. Doktora sonrasında dahi bu sınavdan medet umuluyorsa oldu olacak YÖK üyelerinden başlayarak öğretim üyelerini de periyodik aralıklarla bu sınavlara tabi tutalım da eğitim sistemimiz baştan aşağı “reform” yaşasın.
Bugünkü uygulamalarla yüksek öğrenim sisteminin tüm çarpıklıklarının ve yetersizliklerinin faturası sistemin en altındaki ve başlıca mağdurları olan asistanlara çıkarılmak istenmektedir. Gerçek anlamda bir akademik reforma ihtiyaç duyulduğu aşikardır, ne var ki, bunun başlangıç noktası sistemin en altındaki asistanlar değil en tepesindeki YÖK’tür.
0 yorum:
Yorum Gönder